6 Nisan 2011 Çarşamba | By: Kocaeli Felsefe

Hume ve Kant: “Nedensellik İlkesi”nin Deneysel Meşruiyeti – Irmak Güngör (*)

Tarih: Oca 4th, 2011 | Kategori:: *Makaleler, Türkiye

Bu makalenin amacı; nedensellik ilkesini Hume ve Kant açısından ele almak; ardından Kant’ın, Hume’un bu kavrama yaptığı eleştirisini nereye taşıdığını ortaya koymak, tartışmaktır.

I. Hume ve Nedensellik Tartışması
Hume,17. yüzyılın büyük bilimsel devrimini yaratan önemli etmenlerden birisi olan yeni bilimsel yöntemin dayandığı “inanca”, “doğanın düzenliliği”, “nedensellik ilkesi” gibi kavramlara ciddi bir eleştiri getirmiştir. Onları bir önkabul olarak görmeyi reddetmiştir. Kant bu eleştiriyi kendisine hareket noktası yapmıştır, fakat bu sınırlar içinde kalmamış ve sorunu mümkün olduğunca genişletmek koşuluyla haklı bularak tartışmıştır. Kant, Hume’un ona olan etkisini Prolegomena’da şöyle dile getirir; “İtiraf ederim ki, beni yıllar önce dogmatik uyuklamamdan ilk defa uyandıran ve araştırmalarıma kurgusal felsefe alanında bambaşka bir yön vermemi sağlayan, David Hume’un bu hatırlatması olmuştur”. (2)
Nedensellik ilkesi; “[h]er şeyin, her olayın bir nedeni olduğunu; aynı koşullar altında aynı nedenlerin aynı sonuçları doğuracağını dile getiren ilke. En yalın anlamıyla biri diğerinin nedeni olan iki şey arasındaki ilişkinin dayandığı ilkeye nedensellik ilkesi denir”.(3) Hume’un nedensellik kavramına eleştirilerini aktarmadan önce onun bilgi kuramına kısaca değinmek yerinde olacaktır. Hume, bilgi görüşünün bir kısmını Locke’tan devralmıştır, ona getirdiği en büyük yenilik ise ideler ve izlenimler arasında yaptığı ayrımdır. “İzlenimler”le Hume her türlü anlık içeriğinin ve bilginin kendisiyle başladığı, deneyin temel verilerini kasteder. İdeler ise izlenimlerin daha soluk kopyaları olarak onların anlıktaki etkileri şeklinde tanımlanabilir. Hume’a göre her yalın kavram bir izlenimden kaynaklanır. İzlenimler, deneyin temel verileri ve her tür bilginin kendisiyle başladığı temel ise, o halde deney tarafından verilenler, yani öznede bir izlenimi olan şeyler hakkında bilgi sahibi olunabilir. Buradan hareketle Hume kavramlara ilişkin olarak onların hangi izlenimden geldiğini sorar, izlenimlerden kaynaklanmayan kavramlar deneysel temelden yoksundurlar, o halde onlardan bilgi diye bahsedilemez, dolayısıyla onların kaynağı meşru olmayacaktır. İşte Hume’un “nedensellik kavramına ilişkin olarak yaptığı şey de bu anlamdaki bir deneysel meşruiyet hesabı vermektedir”. (4)
Hume’a göre insan bir şeyin etkinliğini gözlemler gözlemez, zaman içinde onu izleyen ya da onu önceleyen başka bir şeyin düşüncesine atlar. Bunu neden ve etki dediğimiz kavramları kullanarak yapar ve bu olaylar çok sıkı bir bağlantı içindeymiş gibi varsayar. Bilimin yaptığı da, zihinlerimizin sürekli yaptığı da budur.“Geleceğin geçmişe uygun olacağı” (5) varsayımına dayanarak birbiriyle ardarda gelen iki olayın gelecekte de hep böyle ardarda geleceği ve dolayısı ile bir ilişki içinde oldukları yargısına varılır. Hume şunu sorar, acaba bu varsayımın kaynağı nedir? Herhangi bir A olayı başka bir B olayını sürekli olarak izleyip, bunu tekrarlarsa biz buradan hareketle A’yı neden, B’yi de sonuç olarak belirleriz. Öyleyse nedensellik tasarımı nesneler ya da olaylar arasındaki bir ilişkiden türetilmiş olmalıdır. Aralarında nedensellik bulunduğu varsayılan tüm nesnelerin “bitişik” oldukları açıktır, yine açıktır ki neden sonucu her zaman önceler dolayısıyla bu ilişkide nesneler ardışıktır. O halde bu bitişiklik ve ardışıklık, nedensellik ilişkisinin temelidir.
Hume burada şuna dikkat çeker; yukarıda bahsedildiği gibi aralarında nedensellik ilişkisi, “zorunlu bir bağ” olduğu ileri sürülen A ve B olayları yakından incelenirse, deneyde özneye verilenin aslında sadece birbirinden farklı iki olay olduğu, onların aralarında zorunlu bir bağ bulunduğuna dair hiçbir izlenimin olmadığı fark edilir. “İncelemelerimi nesnelerin bilinen niteliklerine çevirdiğim zaman hemen neden-sonuç ilişkisinin hiçbir biçimde onlara dayanmadığını görürüm. İlişkilerini irdelediğimde, bitişiklik ve ardışıklık ilişkilerinden başka bir ilişki bulamam”.(6) Yani bu olaylar söz konusu olduğunda özne; sadece bitişik ve ardışık iki şeyin izlenimine sahiptir, bir nedensellik izlenimine değil. Hume’a göre insanın bilmesi bakımından olanaklı olan bir kavramın da mutlaka bir izlenime dayanması gerektiğine göre, buradan varabilecek tek sonuç; zorunlu bağıntılılık fikrinin yadsınması olacaktır. Hume burada “bitişiklik ve ardışıklık” ilişkisinin, iki nesne arasında zorunlu bir bağ olduğu fikrine kanıt olamayacaklarını söyler. Bitişiklik ve ardışıklık; şeyler arasında nedensel bir bağ olduğuna kanıt olmaktan uzaktırlar, bunlar eksik ve doyurucu olmayan belirtilerdir. Bir nitelik oluşumu, nedensel olarak bağlı olmadığı bir başkasına değebilir, üstelik onunla ardışık da olabilir. Hume der ki; “Deneyim bize hiçbir zaman nesnelerin iç yapıları ya da işleme gücü ile ilgili herhangi bir kavrayış sunmaz, yalnızca zihni birinden ötekine geçmeye alıştırır”.(7)
Olgulara ilişkin olduğu öne sürülen bir düşünceye geçerlilik ve meşruluk veren tek şey, bunun temelindeki duyu deneyleri, yani izlenimlerdir. Bu yüzden nedenselliğin zorunlu olduğuna inandığımız bağlantısının, izleniminin kaynağını araştırmalıyız. Fakat yukarıda bahsedildiği gibi bize neden etki ilişkisi içinde olan iki nesne-olay duyularda verilir ve gözlemlenen yalnızca ardışıklık ve bitişikliktir, o halde “zorunlu bağıntı” kavramının köken ve temeli, tekil olarak ele alınan nedensel ilişkilerin gözleminde yatmaz. Akıl yürütmesine devam eden Hume zorunlu bağlantı ve dolayısıyla da nedensellik kavramlarının kaynağının, birbirine benzer olan nedensel ilişki örneklerinin karşımıza büyük sayılarda ve tekrar tekrar çıkışları olduğu sonucuna varır. “Bir neden, bir başka nesneden önce gelen ve bir başka nesneye bitişik bir nesnedir ve o nesneyle öyle bir şekilde birleşmiştir ki, birinin tasarımı zihni ötekinin tasarımını oluşturmaya belirler”.(8)
Hume zorunlu bağlantının ve nedensellik ilişkisinin bir ussal zorunluluk olamayacağını ortaya koymuştur. Özne gözlemlediği nedensel ilişkilerin temellerini düzenli birlikteliklerde bulabiliriz, bunlar nedensellik kavramının temelini oluşturur; fakat bu, nedensel ilişkilerin birer değişmez birliktelik oldukları anlamına gelmez.
Dış dünyada nedenselliğin kaynağını bulamayan Hume bu idenin insandaki bir şeyden türetilmiş olması gerektiği sonucuna varır. Bu anlamda nedensellik insan doğasıyla ilgili psikolojik bir durumdur. Geleceğin de geçmiş gibi olacağına olan yerleşik inanç mantıksal bir zorunluluk değildir, buna güvenilir fakat bunun kaynağı sadece nedenselliğe olan inançtır. Nedensel bir ilişkinin gelecekte de sürmesi sadece bir olasılıktır. Hume’un iddiası; insanın nedeni gördüğü yerde, onun etkisini de aramak eğiliminde olduğu; nedensellik kavramının da bu “psikolojik süreç” kaynaklı olduğudur. Zorunluluk düşüncesi böylece alışkanlıkla, salt psikolojik bir temel üzerinde açıklanabilir ve insan psikolojik kaynaklı bir çıkarım yapma ihtiyacıyla yetinmeyip, bunu -yaptığı çıkarımları- “hatalı olarak” bir zorunlulukmuş gibi dış dünyaya uygular.
Böylece Hume ilk kez nedensellik ilkesinin deneysel meşruiyetini ortaya koymaya çalışmış ve kavrama, Kant’ın kendisinden hareket edeceği, etkili bir eleştiri getirmiştir. Fakat Hume ve Kant bu eleştiri bakımından aynı görüşleri paylaşsalar da, nedensellik kavramının kaynağının ne olduğu konusunda ayrılığa düşmüşler, öğretilerinde neden kavramını çok ayrı yerlere yerleştirmişlerdir.

II. a. Kant Açısından Hume’un Nedensellik Kavrayışı
Kant Prolegomena’yı, açıkça belirttiği gibi, “zaten ortada olan” bir bilimin, metafiziğin, olanaklı olup olmadığını ortaya koyma amacıyla yazmıştır. Kant bu bilimin olanağını araştırmaya koyulur çünkü; bir çok filozof metafizik yapmıştır, yapmaya da devam etmektedir fakat bizde onun olanaklı bir bilim olup olmadığı konusunda hiçbir fikir yoktur. Metafizik eğer bir bilimse, diğer bilimler gibi sürekli bir meşruluk kazanmalıdır. Eğer bir bilim değilse “[n]asıl oluyor da bilim kisvesi altında, durmadan böbürlenerek insanın anlama yetisini hiç sönmeyen ama hiç de gerçekleşmeyen umutlarla oyalıyor”? (9) Kant, sonucunda “[i]ster bilgimiz ister bilgisizliğimiz kanıtlansın” diyor, bu daha fazla böyle süremez, bu bilimin yapısı konusunda artık kesin bir karara varılmalıdır.
Kant’a göre metafiziğin doğuşundan bu yana hiçbir olay Hume’un ona yaptığı saldırıdan daha önemli olmamıştır. Hume metafiziğe bir şey katmamıştır fakat ona öyle bir eleştiri getirmiştir ki, eğer Hume bu hareket noktasından doğru yöne gitseydi, Kant’ın yapacağını önceden yapmış olabilirdi. Hume metafiziğin önemli bir kavramından yola çıktı ve bu kavramı yarattığı söylenen aklı “kendisine hesap vermeye ve şu soruyu yanıtlamaya çağırdı: akıl hangi hakla bir şeyin öyle bir yapıda olabileceğini düşünebiliyor ki, bu şey konduğu takdirde bununla başka bir şey de zorunlu olarak konsun; çünkü neden kavramı bunu söylüyor”.(10) Yani Kant’ın gözünden baktığımızda Hume akla ait olduğu söylenen “neden” kavramının deneysel meşruiyetini ortaya koymaya çalışmıştır.
Kant’a göre Hume, aklın a priori olarak ve kavramlardan hareketle böyle bir bağlantılılığı düşünebilmesinin olanaksız olduğunu, “karşı çıkılamayacak şekilde” kanıtlamıştır. Bahsedilen bağlantılılık bir zorunluluk içerir fakat akıl böyle bir bağlantılılık kavramının a priori olarak nasıl getirileceğini bilemez. Kant Hume’un şu sonuca vardığını söyler; aklımız bu kavramla kendi kendisini kandırır. Bu kavram sadece deneyle bize gelen bazı tasarımların, çağrışım yasası altında toplanması ve buradan gelen alışkanlığın, kavrayıştan çıkan bir nesnel zorunlulukmuş gibi görülmesinden başka bir şey olamaz. Aklın bu tür bağlantılılıkları düşünebilecek yetisi yoktur. Aksi takdirde onun “kavramları sırf uydurmalar olurdu ve onun sözüm ona a priori olan bilgileri yanlış damgalanmış sıradan deneylerden başka hiçbir şey olmazdı; bu da ‘Metafizik hiç yoktur, olamaz da’ anlamına gelirdi”.(11) Kant Hume’un vardığı sonucu, vakitsiz ve yanlış olarak niteler, fakat en azından bir soruşturma üzerine kurulduğundan dikkate değerdir.
Kant Hume’un yanlış anlaşıldığını ifade eder. Ona göre Hume’un asıl sorduğu soru, neden kavramının doğru ya da doğa bilgisi bakımından şart olup olmaması değil; bu kavramın a priori olarak akıl yoluyla düşünülüp düşünülemeyeceğiydi, yani kavramın kökeniydi. Fakat Kant’ın “acımasız düşmanlar” olarak nitelediği Hume’un çağdaşı düşünürler onu bu konuda yanlış anlamışlar ve Hume gibi, yanlış noktalardan hareket ederek metafiziğe bir şey katmamışlardır.
Kant, Hume’un itirazının genellenerek tasarımlanıp tasarımlanamayacağını denemiştir ve vardığı sonuç; neden-etki bağıntısı kavramının, anlama yetisinin, şeylerin bağlantılılığını a priori olarak düşünmesini sağlayan bir kavram olduğudur. Bu kavram yalnız değildir aksine metafizik baştan sona kadar bunlardan oluşmaktadır. Kant bu kavramları ortaya koymaya çalıştığını ve bunların “Hume’un korktuğu gibi deneyden türetilmeyip, saf anlama yetisinden kaynaklandıkları”(12) sonucuna varır. Kant Hume’un sorununu sadece bir tek konuda değil saf akıl yetisinin tümü açısından çözmeyi başardığını ileri sürer, bahsedilen kavramların kaynağının bulunması ve türetilmesi metafiziğin olanağını oluşturacaktır ve metafizik artık Hume’un şüphesini temele almaktan başka eskiye dair içinde hiçbir şey barındırmayan yeni bir bilim olacaktır.

II.b. Kant’ta Saf Doğa Biliminin Olanağı
Kant Prolegomena’da sağlam bir metafizik oluşturmak için ilkin teorik bilginin iki biliminin; matematik ve saf doğanın olanağı araştırılmalıdır. Metafiziğin olanağı araştırılıyorsa ve metafizik de “sintetik a priori” yargılarla iş görüyorsa; o halde öncelikle, kısmen sırf akıl aracılığıyla zorunlu bir şekilde kesin oldukları ve kısmen de deneyden geldikleri bilinen önermeler içeren saf matematik ve saf doğa bilimlerinin, bu olanaklı ve gerçek olan bilimlerin “olanağının ilkesinden” yola çıkılmalıdır. Bu ilkeye ulaşmak ve daha sonra bütün diğerlerinin olanağını bulabilmek için öncelikle saf akıldan gelen bilginin olanağı araştırılıp “Saf Matematik Nasıl Olanaklıdır?” ve “Saf Doğa Bilimi Nasıl Olanaklıdır?” soruları sorulmalıdır. Kant bir bilim olarak metafiziğin olanağını ortaya koyma çabasında bu yolu takip eder. Burada, makalenin amacına uygun olarak, “Saf Doğa Bilimi Nasıl Olanaklıdır?” sorusunun cevabıyla sınırlı kalınacaktır.
Saf matematik için sintetik a priori bilginin olanağı ortaya konmuştu, görünün iki a priori formu olan uzam ve zaman, tüm uzaysal ve zamansal şekillere öngelir ve temelde yatar. Acaba bu ilişki ya da benzeri bir ilişki doğa için de mümkün olabilir mi?
Kant Prolegomena’da doğayı, şeylerin yasalara göre belirlenen varoluşu olarak tanımlar, doğa kendi başına şeylerin varoluşu anlamına gelmez zira bu anlamıyla onu ne a priori ne de a posteriori bilemeyiz. Burada ilgilenilen -Kant’ın söyleyişiyle- “material” olan, deneyin bütün nesnelerinin tümü anlamında doğadır. Bu, nesneyi belirleyen bir anlamdır. Bu anlamda doğayla ilgilenilir, zira ancak bu anlamda doğa deneyin nesnesidir ve deneyin nesnesi olmayanın bilgisi fiziküstü olacağından burada bununla ilgimiz yoktur. Burada tam da amaca uygun olarak a priori olanaklı olan ve tüm deneyden önce gelen ama gerçekliği deneyle onaylanabilen doğa bilgisiyle ilgilenilir. Kant doğayı genel yasalara göre belirlendiği kadarıyla nesnelerin varoluşudur, diye tanımlamıştı fakat “formel bakıldığında doğa kavramı, tüm bu objelerin yasalara uygunluğunu, yasallığını da (Gesetzmaessigkeit) ifade etmektedir”.(13) Şimdi soruyu şöyle tekrarlamak daha uygun olacaktır; “deney nesneleri olarak şeylerin zorunlu yasalara uygunluklarını, veya: bütün nesneleri bakımından deneyin kendisinin zorunlu yasaya uygunluğunu, genel olarak a priori bilmek nasıl olanaklıdır”? (14)
Burada sadece deneyle ve onun genel ve a priori verilmiş koşullarının olanağıyla ilgilenilmelidir, buradan hareketle de doğa; bütün olanaklı deneyin nesnesi olarak belirlenir. Kant burada doğayı “gözleme” kurallarını kastetmez, zira bunlar zaten deneyi şart koşarlar, kastettiği deneyle doğadan yasalar öğrenebilmemiz de değildir; çünkü bunlar o zaman a priori yasalar olamazlardı. Kant’ın kastettiği deneyin olanağının a priori koşullarının, bütün doğa yasalarının kendisinden çıkarılacağı kaynak olmasıdır. Yani şimdi söz konusu olan; özneye uzam ve zaman içinde şeyleri karşılaştırma imkanı tanıyan bir ilksel belirlemeye sahip olan “deneyin işlevi”dir.
Bütün deney yargıları, evet deneyseldirler, yani temelleri duyuların dolaysız algısıdır, fakat deney yargılarının öyle olmalarını sağlayan şey deneysel yargı olmaları değildir, deneysel yargılar ancak duyusal algıda verilenin üstüne, saf anlama yetisinin yarattığı kavramların eklenmesiyle mümkün olur. “Deney yargısı”yla kastedilen; “algı yargı”sındaki gibi sadece öznel geçerliği olan değil, nesnel bir geçerliğe sahip olan yargıdır. Deney yargısı duyusal görünün tasarımlarından ötede, anlama yetisinde yaratılmış özel kavramları şart koşarlar, ancak bu kavramlar onları -önce sırf algı yargısı olanları- nesnel geçerli kılar. “Çünkü örneğin bir bilimsel deneylemeye (Experiment) başlarken, daha baştan araya belli kavramları sokarız; yani Kant’ın sözleriyle deneyleme sırasında bizim zaten bu deneylemeye öngelen ve ‘doğanın içine yerleştirdiğimiz’ kavramlarımız vardır”.(15) “Doğada belirli öğelerin birbirleriyle bağıntı içinde olduğunu varsaymak ve doğadaki olayların kurallara bağlı bir süreç içinde meydana geldiğini düşünmek”, bu varsayımlar olmadan deneyin kendisi mümkün değildir. “Nesneleri uzay ve zaman içinde bir arada tasarlama imkanına başvurmadan, süreklilik düşüncesi olmadan, ölçme ve saymayı mümkün kılan genel yöntemler olmadan Galilei’nin tek bir deneyleme yapması bile mümkün olamazdı; öyle ki, bu önkoşullar olmadan Galilei’nin ortaya koyduğu problem tamamen anlaşılmaz bir şey olarak kalırdı. Varılan sonuç şu olmaktadır: bizzat deneyin kendisi bir bilgi tarzını, bir anlığı gerektirmektedir”.(16) Başka bir deyişle, deney belli mantıksal önkoşullara dayalı bir çıkarım ve yargı sürecini gerektirmektedir.
Kant saf anlağın yarattığı bu kavramların; algıların, altına sokulacağı ve deneyi olanaklı kılan ve hatta deneyin şart koştuğu kavramlar olduklarını ifade eder. Demek ki deney yargısı karşılaştırmayla genel hale geldikten sonra, bu mantıksal bağlantılılığın üstüne, sintetik yargının “zorunlu ve genel geçer” olmasını sağlayan, “görülerin sintetik birliğinin kavramı” eklenmek zorundadır ve biz şu kavranmalıdır ki, “deney bizi tek tek parçaların bir araya toplanmasıyla oluşmuş bir ‘bütün’e götürmüyor; tersine o, bir bütüne dayalı olarak ‘parçalar’ın ve özel içeriklerin bu bütün içinde yerlerine konmasını gözlemsel yoldan mümkün kılan şey oluyor. Öyle ki doğa bile ancak bir sistem olarak düşünülmek zorundadır ki, kendi tek tek halleri, bireysellikleri içinde gözlemlenebilsin”.(17) Bu demek oluyor ki özne; fenomenleri (phainomena) birbirlerine bağlamadaki yasallığı, yani genelinde doğayı, deney aracılığıyla bilemez, çünkü deneyin kendisi varoluşunu, temelindeki bu a priori yasalardan alır. Şöyle söylemek yerinde olacaktır; bir obje, algıya verilen görü çokluğunun içinde ancak anlama yetisinin kavramları aracılığıyla sentetik bir birliğe sokulduğunda tanınabilir.
Şimdi, anlama yetisinin bilginin nesnesini vermeyip, tasarımlar arası sentez yaptığı, bunu da kendi ürünü olan kavramlarla gerçekleştirdiği kavrandı. Yani anlama yetisinin biricik görevi düşünmek, yani tasarımları bir bilinçte birleştirmek, aralarında “sintetik” bir bağlantılılık sağlamaktır. Kant zihin kavramlarının da tıpkı geleneksel varlık kavrayışındaki gibi bir sınıflandırma içinde olduklarını ortaya koyar ve ayrıntılı bir “kategoriler” çizelgesi sunar. Bu çizelge Aristoteles’in daha önce sunmuş olduğundan farklıdır, Kant’ın burada amacı çizelgede sunulan bilgi elemanlarının dayandığı ilkelerin keşfidir.
Böylece Kant’ta anlık kavramlarının sınıflandırılması şu şekildedir; nicelik ana sınıfı birlik, çokluk ve bütünlük; nitelik ana sınıfı gerçeklik (realite), olumsuzlama (negation) ve sınırlandırma (limitation); bağıntı ana sınıfı töz (substanz), nedensellik (kausalite) ve karşılıklı bağlılık (Gemeinschaft); kiplik (modalite) ana sınıfı ise imkân, olma ve zorunluluk alt türlerine ayrılmıştır.

II.c. Kant’ta Nedensellik Kategorisinin Temellendirilişi
Şimdiye kadar Kant’ın “Saf Doğa Bilimi Nasıl Olanaklıdır?” sorusunu yanıtlama yolunda kategorileri nasıl ortaya koyduğu, onları nasıl temellendirdiği aktarıldı. Şimdi Kant’ın, kategoriler başlığı altında yer alan “nedensellik” kavramı hakkında görüşleri ortaya konacaktır.
Ele aldığımız “bütün doğa”, bu özel doğa kavramı içinde şeyler kendi başlarına ele alınamazlar. Çünkü bahsedilen -yasalardan oluşan- doğa sistemi, yalıtılmış, tek bir objeye yönelmez, bu sistem aksine fenomenleri birbirine iliştiren bağıntıya ve bağlılıklarının biçimine yönelir. Bu tek tek şeylerin konumu bakımından değil, bunların “arasındaki ilişki” bakımından ele alınmaları anlamına gelir. Görünüşlerin bu varoluşları bakımından ilişkisinin belirlenmesi matematiksel değil, dinamiktir, der Kant ve bu belirlenmenin nesnel geçerli ve bilgi edinmeye elverişli olması için deney bilgisini en baştan olanaklı kılan a priori ilkelerle olması gerekir.
Görünüşler “şeyin kendisinin bir kavramı olarak varoluşun tüm belirlenimlerinin temelinde bulunan töz kavramı altına; veya ikinci olarak, görünüşlerin ardardalığı, yani bir olay söz konusu olunca bir nedenle ilgisinde sonuç kavramı altına; veya zamandaş olma genel olarak yani bir deney yargısıyla bilinecekse, birliktelik (karşılıklı etki) kavramı altına sokulmalıdırlar. İşte böylece a priori ilkeler deneysel olmakla birlikte nesnel geçerli olan yargıların -yani doğada nesneleri varoluşları bakımından bağlantı içine sokan deneyin olanağının- temelinde bulunur. Asıl doğa yasaları olan bu ilkelerdir, bunlara dinamik ilkeler denebilir”.(18)
Kant açıkça ortaya koymuştur ki, nedensellik kavramını doğuran -Hume’a karşı çıkışı buradadır- duyumların birbirini izlemesindeki ardışıklık, kurallılık değildir. Tersine ancak anlakta bir kategori olarak a priori bulunan nedensellikten hareketle bir obje kavramı oluşturulabilir. İki fenomen ancak neden ve etki bağıntısına sokulduğunda anlaşılabilirdir ve bu birinden diğerine geçiş hiç de keyfi değildir. Saf algı içinde kalınarak, bu algının tekrar tekrar aynı sonucu veren; dolayısıyla bir neden etki ilişkisi içinde olduğu -hem de zorunlu bir ilişki- fikrine varılamaz. Bu zorunluluk ilişkisini ve bu ilişkideki objeyi kavramayı sağlayan anlama yetisinin saf kavramlarından olan neden kavramıdır.
Şimdi nedensellik kavramının -anlama yetisinin her türlü deneyden önce gelen, deneyi olanaklı kılan bir ilkesi olarak- Kant’ın öğretisinde nerede olduğu ortaya konduğuna göre burada; Kant’ın, Hume’un şüphesini yok etmenin yeri olduğunu söylediği yerde, karşılaştırmaya başvurarak devam edilmelidir.
Hume’un, nedenselliğin önce görülemez- kavranılamaz yönüne vurgu yapıp, bu kavrama akıl aracılığıyla ulaşamayacağımız için onu, izlenimlerin ardarda gelmesinin çağrıştırdığı bir psikolojik kaynaklı kurala indirgediği ortaya konuldu. Kant Hume’un buradaki hareket noktasına katıldığını Prolegomena’da açıkça dile getirir, fakat Hume’un bu haklı çıkış noktasından doğru yöne gitmediğini de belirtir. Kant Hume’un kuşkuculuğa dayanan eleştirisini yok saymamış aksine bu eleştiriye hak verip, yalnız bu eleştiriye hapsolmadan sorunu genelleştirerek yeni bir bilme idealine doğru yol almıştır: “O (Hume) haklı olarak, nedenselliğin olanağını, başka bir deyişle bir şeyin varoluşunu, onu zorunlu olarak ortaya çıkarmış başka bir şeyin varoluşuyla ilgi içine sokma olanağını, akılla hiçbir şekilde kavrayamayacağımızı ileri sürüyordu”.(19) “Haklı olarak” diyor Kant, yalnız şunu ekliyor; bizler bunu göremediğimiz kadar, varolma kavramının içini de göremeyiz, yani “şeylerin varoluşunun temelinde, kendisi başka bir şeyin yüklemi olamayacak bir öznenin bulunması zorunluluğunu da kavrayamayız; hatta böyle bir şeyin (kullanılışının örneklerini deneyde görebilsek de) olanağı bile kavrayışımızın dışındadır. Aynı şekilde bu kavranamazlık, şeylerin birarada oluşu için de söz konusudur”.(20) “Biz saf algının içinde kalarak ardışıklık denen şeyi objeye katamayız ve objeyi kendi saf algılarımızın sübjektifliğinden ayıramayız. Bizim algıların düzenini bir başka düzen olarak gözlemlememizi zorunlu kılan bir temel kural var ki, zaten bu zorunluluğun kendisi, objede bir ardışıklık tasarımını her halde mümkün kılan şeydir”.(21) Kant’ın olanaklı deney hakkında başından beri belirttiği gibi, özne ancak nesnenin tasarımının bu belirli noktaların biri bakımından belirlenmiş olması -anlama yetisinin kavramlarının altına sokulduğu- şartıyla “düşünür”, yani tasarımlar arası sintetik bağlantılar kurar. Kant bütün görünüşlerin anlağın kavramları altına koyulmasının olanağını ve bunun ötesinde “zorunluluğunu” ortaya koymuştur.
Hume’un, zamanındaki “bilme idealini”nin sonunu getirdiği söylenebilir. Hume açıkça ortaya koymuştu ki; deney aracılığıyla iki fenomenin birbirine nasıl bağlandığı, birbirlerine nasıl “neden olduklarını” asla görülemez. Bu durum Kant açısından ele alınırsa yine o da, insanın kendisine verilen duyusal görüdeki çokluk dışında, başka herhangi bir bağlantıyı göremeyeceğini söyleyecektir, fakat Hume’dan farklı olarak o sözü edilen ilişkilerin “düşünülebileceğini” ortaya koymuştur: “Çünkü şeyler arasındaki bu bağlantılara ilişkin bu körlüğün yanında insana bir kör değneği, yani düşünme yetisi (‘anlama yetisi’: Verstand) verilmiştir.”(22)
Mesele Hume’un kuşkuculuk sınırları içinde sıkışıp başvurduğu gibi “psikolojik” olamaz, sözü edilen kavramların saf bir kuruntu sayılması mümkün değildir. Kant bu kavramları öyle bir ortaya koymuştur ki nedenselliğe yöneltilen -Hume’unki de dahil- tüm kuşkucu eleştiriler geçersiz kalmıştır. Kant Hume’un sorunlu kavramı olan neden kavramını crux metaphysicorum sınamam için “[b]ana ilkin, Mantık aracılığıyla, genel olarak koşullu yargının biçimi -yani verilmiş bir bilgiyi neden olarak, başka bir bilgiyi de sonuç olarak kullanma (olanağı)- a priori olarak verilmiştir. Ne var ki algıda, belirli bir görünüşün bir başkasını, (tersi olmasa da) sürekli izlediğini söyleyen bir ilişki kuralı bulunabilir; bu da benim koşullu yargıyı kullanacağım durumdur”.(23) Kant’ın bahsettiği bu evrede henüz kurulan bağlantı bir “zorunluluk içermez”, yargının -algı yargısının, yani sadece öznel bağlantılılığı olan yargının- deney yargısı olması için “zorunlu ve genel geçer” bir önerme olması gerekir. Bu da ancak neden kavramının deneyin biçimine ait bir kavram olarak ve algıların genel olarak bir bilinçte sintetik birleştirilmesi ile olanaklı olur. Kant’ın örneğiyle söylenirse; “bir cisme yeterince uzun bir süre güneş ışınları vurursa, ısınır” denen durum, koşullu yargının kullanıldığı ve algıda belirli bir görünüşün bir diğerini sürekli izlediğini söyleyen bir ilişki kuralının bulunduğu durumdur. Eğer bir adım ileri atılır ve anlama yetisi aracılığıyla, neden kavramının deneye eklenen koşuluyla yargıda bulunulursa -çünkü neden kavramı şeylere değil, deneye eklenen koşula işaret eder-, önerme şöyle olmalıdır; “güneş, ışığı aracılığıyla sıcaklığın nedenidir.” Buradan hareketle denebilir ki; ancak deney, görünüşlerin ve görünüşlerin zamandaki ardardalığının nesnel geçerli bilgisi olabilir. Anlama yetisinin saf kavramları ancak görünüşleri deney olarak “okuyabilmek”(24) için gereklidirler, Kant’ın deyimiyle görünüşlerin adeta harflerini sökmeye yararlar; onlar anlamlarını, duyulur dünyayla ilgi içine sokulduklarında ortaya çıkan ilkelerin deneyde kullanılmasından alırlar. Bu nedenle kendi başına şeylerle (noumena) ilgi içine sokulduklarında anlamlarını yitirirler. İnsan için bu anlamın dışında onlar sadece keyfî bağlantılılıklardır ve asla anlaşılabilir değillerdir. Kant bu kavramların -nedensellik de dahil- olanağının anlama yetisinin deneyle ilgi içine sokulmalarında bulunduğunu söyler ve varılan sonuç açıktır; onlar deneyden değil, deney onlardan çıkar. İşte Hume’un sorunu onun, Kant’a göre hiç aklına gelmemiş bir şekilde, ters yönde bağlantı kurma yoluyla çözülmüştür.

Makalenin Yazarı: Irmak Güngör (*) (1)

Notlar:
(1)Irmak Güngör, Kocaeli Üniversitesi, Felsefe Bölümü, Lisans Öğrencisi.
(2)Immanuel Kant, Polegomena: Gelecekte Bilim Olarak Ortaya Çıkabilecek Her Metafiziğe, çev. Abdullah Kaygı, (Ankara: Türkiye Felsefe Kurumu, 2002), s. 8.
(3)Felsefe Sözlüğü, Hazırlayanlar: Abdülbâki Güçlü; Erkan Uzun; Serkan Uzun; Ümit Hüsrev Yolsal, (Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları, 2003).
(4)Arda Denkel, “Hume, Nedensellik, Tikellik ve Tikelcilik”, Düşünceler ve Gerekçeler içinde, (İstanbul: Doruk Yayınları, 2003), s. 254.
(5)Nebil Reyhani, “Kant’ın Sentetik Birlik Fikri”, Cogito; Sonsuzluğun Sınırında: Immanuel Kant içinde, Sayı: 41-42, s. 100.
(6)David Hume, İnsan Doğası Üzerine Bir İnceleme, çev. Ergün Baylan, (Ankara: BilgeSu Yayıncılık, 2009), s. 64.
(7)A.g.e., s. 122.
(8)A.g.e., s. 123.
(9)Kant, Polegomena, s. 3.
(10)A.g.e., s. 5.
(11)A.g.e., s. 6.
(12)A.g.e., s. 8.
(13)Ernst Cassirer, Kant’ın Yaşamı ve Öğretisi, çev. Doğan Özlem, (İstanbul: Dizgi Ozan Yayıncılık, 2007), s. 222.
(14)Immanuel Kant, Polegomena, s. 46.
(15)Ernst Cassirer, Kant’ın Yaşamı ve Öğretisi, s. 223.
(16)A.g.e. , s. 223.
(17)A.g.e. , s. 223.
(18)Immanuel Kant, Polegomena, s. 58.
(19)A.g.e., s. 62.
(20)A.g.e., s. 62.
(21)Ernst Cassirer, Kant’ın Yaşamı ve Öğretisi, s. 248.
(22)Nebil Reyhani, “Kant’ın Sentetik Birlik Fikri”, s. 100.
(23)Immanuel Kant, Polegomena: Gelecekte Bilim Olarak Ortaya Çıkabilecek Her Metafiziğe, çev. Abdullah Kaygı, (Ankara: Türkiye Felsefe Kurumu, 2002), s. 68.
(24)Kant, Prolegomena, s. 64.

0 yorum:

Yorum Gönder