25 Şubat 2011 Cuma | By: Kocaeli Felsefe

KOÜ’DEN FORMASYON EYLEMİ

Fen-edebiyat öğrencilerinin formasyon hakkı konusunda yaşanan bir çok tartışmaya rağmen hala bir değişiklik olmaması öğrencileri mağdur etmeye devam ediyor. Bir tarafta YÖK ve üniversiteler bu sorunun bir an önce çözüleceğini bildiriyorlar diğer yandan ise fen-edebiyat öğrencilerinin formasyon hakkı ya hiç verilmiyor ya da gittikçe daha zor hale getiriliyor. Fen edebiyat öğrencilerinin formasyon hakkı alamadığı üniversitelerden biri de Kocaeli üniversitesi. Daha önce de formasyon hakkı yürüyüş yapan ve formasyon hakkının tanınmasını isteyen Kocaeli üniversitesi öğrencileri bir kez daha formasyon hakları için yürüdüler. Fen edebiyat fakültesi edebiyat ve felsefe Kulübü’nün ortaklaşa düzenlediği yürüyüşte öğrenciler yemekhane önünden rektörlüğe kadar yürüyerek taleplerini dile getirdiler. Sık sık “formasyon hakkımız engellenemez” sloganı atan öğrencilerin mağduriyeti yazdıkları dövizlerden de belli oluyordu; “hiç formasyon alamadım” “dert bende derman rektör de rektör nerde?”. Rektörlük önünde basın açıklamasını okuyan edebiyat bölümü öğrencisi Samet aslan bilim insanı yetiştirmek için açılan fen edebiyat fakültelerinin YÖK’ün mevcut anlayışı sayesinde yeterli akademik kadronun verilmemesi, istihdam alanının yaratılmaması, bilim üretilmemesi gibi sebeplerle umudunu pedagojik formasyon eğitimine bağladığını vurguladı. Kendilerine söz hakkı verilmediğini belirten aslan “bizler YÖK’ün belirlemiş olduğu kriterlere uymamıza ve üniversitemizde bizlere bu koşullarda eğitim vereceğini açıklamasına rağmen hala formasyon eğitimi alamamaktayız. Bizler bilgi edinmek istediğimizde kapılardan kovuluyoruz. Üniversitemiz bizi bugün, yarın diyerek oyalıyor.” Şeklinde konuştu. Formasyon konusunda kendilerine söz hakkı verilmesi gerektiğini aktaran aslan formasyon meselesinin YÖK ve üniversiteler için bir rant kapısı haline geldiğini ve istenen 2 bin, 4 bin liralık formasyon ücretlerinin öğrencilerin belini daha fazla büktüğünü sözlerine ekledi. “bizler formasyon hakkı için ücret ödenmemesi gerektiğinin bilincindeyiz” diyen aslan formasyon ücretlerinin kaldırılmasının yanında bir taleplerinin de kontenjanların arttırılması olduğunu belirtti. Basın açıklamasının ardından rektör yardımcıları hasret çomak ve Ayşe sevim Gökalp ile görüşe öğrenciler taleplerini ve formasyon eğitimi için yaptıkları araştırma dosyasını rektör yardımcılarına iletirken rektör yardımcıları ise sorunun kendileri ile ilgili olmadığını konunun asıl muhatabının YÖK olduğunu belirttiler. Öğrenciler eylemin sonunda kalemlerini rektörlük önüne bırakırken eğer talepleri kabul edilmezse haklarının takipçisi olacaklarını belirttiler.
Kocaeli Üniversitesi Öğrencileri

SCHOPENHAUER DİN ÜZERİNE

Arthur Schopenhauer:
Din felsefesi kitabında din ve felsefe üzerinde durarak her ikisinde yöntem ve kaynaksal
acıdan farklı olduğunu felsefenin felsefi problemlerle uğraşması gerektiğini ancak bu sayede
hakikate ulaşabileceğini söyler. Din ile bunu yapılamayacağının altını çizer. Schopenhauer ‘in
din felsefesi incelenmesi dini ve din ahlakını felsefi bir metotla ele alır. Bu da onun din
felsefesi yapmadığının kanıtıdır. Schopenhauer’un din üzerine görüşlerine geçmeden önce
Kant ‘tan etkilenen birisi olarak Kant’ın ‘Din felsefesinde ortak ahlak sitemi ve kilise
kavramı’ metininde olduğu gibi insanda kötü olanın nasıl temellendirildiğine bakmak gerekir.
Kant’a insan türü ne iyi ne de kötüdür yani hem iyi hem de kötüdür. İnsan kötü maksimler
kendi içiresin de yerleşmesine izin verdiğinden kaynaklanır olduğunu söyler. Schopenhauer
ise bunu iradeden hareketle gerçek kötülüğün var olduğunu eylemlerin büyük bir bölümünün
hukuk ve idarenin örgütlenmiş gücün zorlamasıyla dizginlendiğini söyler.
İrade kavramını açıklamaya çalışır isek;
Schopenhauer’in felsefesinde irade kendini bir zorunluluk olarak gösterir ki onun
düşüncesindeki kötümserliğin ve karamsarlığın esas kaynağıdır. Dünyanın ardında yatan
esas gerçekliğin şeyin istenç (irade) olduğunu söyler. Schopenhauer'a göre bu istenç akılsız,
bilinçsiz bir öze sahiptir. Kendisini fenomenler dünyasında gösterir. Bütün görünenlerin
kaynağı ve insan bedeni de onun eseridir. Bilmenin onunla ilişkisi zorunlu değil pratik ve
pragmatiktir. Bunun dışına çıkıldığında ise felsefe ve sanat doğar. Bunlarda herkesin
ulaşabileceği şeyler değildir.
‘Bizler akıl değil iradeyiz müşterek şeyler içinde günlerimizi, doğamızın icabı ettiği şeyleri
yaşarız1’
İstek ve ihtiyacın kendisi iradeyi doğurur. Onun yoksunluğu acı vericidir. İlksel olarak
ona ulaştığımızda ise haz verir fakat bu menfi bir şeydir. Bunun engellenmesi ise daha kötü
sonuçlar doğura bilir. Kalabalıklarda bu bastırılmış durumdadır. Fabrikalarda çalışan işçileri
ele aldığımızda 14 saat çalıştırılarak bu yapılır.
1 Scahopenhauer ,din üzerine,Ahmet Doğan ,say yayınları,İstanbul 2009 syf 10

Schopenhauer doğal olarak insanların bencil ve her şeyi kendi lehine çevirdiğini bunu
ilke olarak gözettiğini bunun da iktisat politikasını doğuran nedenin olduğunu söyler.
Sanayi toplumlarında çıkar ve güç savaşımları nedenidir. Güç savaşımları İsa’nın ,Sokrates’in
öldürülmesine sebebi olmuştur.
Schopenhauer aynı zamanda Kant da insanın yavaş yavaş hiç durmadan mükemmelliğe
doğru ilerlediği görüşünü yanılsama olarak görür. Schopenhauer bunu durağan olarak
nesillerin birbirini takip ettiğini ağacın, aslanın, maymunun mükemmele doğru ilerleyiş
yoktur. Değişimin bilgide olduğunu iradede olmadığını söyler. ‘Bir taş parçası ne kadar altına
dönüşe bilirse kötü insanda o kadar iyiye dönüşe bilir2’İyi bir dünya fikrinin saçma apaçık bir
saçmalık olarak görür. İnsan dünyasında kardeşlikten uzak mücadelenin hakim olduğunu
hayvanların kısmen bir biri ile beslendiğini, insanında onunla beslenip daha aşağı varlık olan
bitkiyle beslendiğinden örnekle açıklar
Schopenhauer öyle bir dünyanın nasıl var olduğu sorusunu sorar: bu dünyayı bulduğumuz
gibi kabul ediyoruz ve insanın davranması gerektiği gibi davranmadığını fakat olmaması
gerektiği gibi olduğunu bunun eylemlerin doğasından kaynaklandığını, harici durum ya da
vesilelerin onları ortaya çıkarır. Bu sebeple şeylerin başlangıcına, temeline düşünüşü koyarsak
zaman bu dünyayı açıklamış oluruz. Bu dünyada keyfilik yoktur ezeli ebedi haklılık vardır.
Kötülükten nasıl kurtulmanın yolu diye düşünülen intihara karşı çıkar. Çoğumuz düş
kırıklığına, mağlubiyete ve emellerimiz suya düşmüş olabilir fakat bu intiharı gerektirmez
ayrıca sıkıntının kendisinde çözmez. Schopenhauer: bunu boş beyhude bir şey olarak görür.
Bu sebeple bu dünyayı terk ederek değil ancak bu dünyayı oluşturan yaşama iradesiyle telkin
edilebilir. O anlamı bulup çıkarmak gerekir.
2 Schopenhauer age sayfa 23

Schopenhauer: ‘her insan bir idea dır’der. Bütünüyle kendine bir özgü idea olarak görür.
Bu sebeple idea yok edilemez. Beraberinde ferdin yok edilemeyeceğini beraberinde getirir.
İnsan mutluluğu arayacaktır. Biz olduğumuz şey olmasaydık ölme eğilimi gösteremez ölüm
teolojiktir ve onun irade içinde bir gücü yoktur.
Kısa ömürlü olan insan kuşağı bir birini takip eder bunla beraber endişe ve ıstırabın
pençesinde ölümle yüzleşmesi engellenmez. İnsan başına ne geldiğini sormaktan usanmaz.
Nerden gelip nereye gittiği sorusunu sorar ve bunu bildiğini iddia eden rahipler baş gösteriri
der Schopenhauer. Bu iddiada bulunanların bilginin kendilerine gökten geldiği iddia etiğini
bunların birer çocukça bir davranış olduğu eleştirisini getirir.
‘Bilgilerin düşünceleri dışında gökten indiği söylenen böyle bir bilgi yoktur. Bunların
çoğu tuhaf alegori ve mitosların kılıfı içine sokulur ve buna da din denir3’
Dinin bir fonksiyonu da halk metafiziğidir. İnsanların büyük çoğunluğu bilmeye değil
inanmaya katkın oluşu ve metafiziğin onlar için geçerli oluşu halk metafiziği adını alır Dinin
kendisi mitler ve semboller vardır. Bunlar dinin özünü oluşturur fakat hakikati içermez içerse
bile tesadüfîdir. Bu hakikati ortaya çıkaracak şey ise halk metafiziği değil felsefedir.
Hakikatin kendisi bizim önümüzde saf haliyle var olmaz. O kendisini mitolojik ifadelerle bir
yığın şeklinde durur.Din fonksiyonlarından bir tanesin de ahlaktır.Ahlak kendisini tanrısal bir
otoriteye dayandırır.Dayanakta prasixe işaret ederek gündelik hayata ve sosyal ilişkilere
yöneliktir ve metafizik unsurlar içermez.
‘Din tıpkı kör birinin elinde tutan ve götüren bir kimseye benzer.[kör olan bir kimse] Kendi
göremediğinden tek amacı hedefine ulaşmaktır. Her şeyi görmek değil.4 Der. Schopenhauer
dinin iki yüzünün olduğunu : dostane ve karanlık olarak.Biri hakikati içeriri diğeri ise yalanı
,felsefe de gerçekliği yansıtır.Dinde tam anlamıyla hakikatin verilmesi kendi sonunu
getirmesini sağlar. Bu güne değin dinin kendisi hakikat örüntüsü içine verilmiştir. Zihnin
kendisinin uyuşturulması din adamları eliyle yapılır. ‘din ateş böcekleri gibidir parlamak için
karanlığa ihtiyaç duyar5’
3 Schopenhauer age sayfa 124
4 C.Ü Sosyal Bilimler Enstütisi Derğisi,Cilt 14 ,sayı 2 ,2005 sayfa 49
5 C.Ü Sosyal Bilimler Enstütisi Derğisi,Cilt 14 ,sayı 2 ,2005 sayfa 416

İnsan zayıflığı kendi aklından çok başkasının aklına güvene bir yapısını kendinde yer
edinmiştir. Buna korkaklıkta diyebiliriz. Bütün dünyadaki dinlerin(Müslümanlık, Budacılık,
Hıristiyanlık) temel sırrı insanın metafiziğe olan gereksinimin büyük gücünün ve onun yok
edilemez doğru bir şekilde görüp anlamlarıdır. Onlar büyük belirsizliğin sırrının kendilerine
olağan dışı olarak eriştiğini söyleyerek ve bunu da bir kez insanlığa yerleştirildiğinde onu
yönetiminde tutacak bir gücü elde eder.
Dinin bütün fenomenleri -vahiy, iman otorite- insan ihtiyaçlarını karşılayamadığından
insan kendi görüşlerini oluşturma çabasına girmiş fiziki ihtiyaçlar kadar önemli olan metafizik
giderek felsefeye yaklaşmıştır. Bir bilgi dalı olarak felsefe bize neye inanmamız gerektiğini,
neye inanmamamız gerektiğiyle ilgili değildir ne bileceğimizle ilgili bilgiyi de verir.
Felsefenin inanmamız gereken şeyden farklı şeyin bilgisini veriyorsa bu inancı etkilemez.
Onu bilebilseydik o zaman inanç matematiksel bir önerme gibi olurdu. Bilgi inançtan çok
daha sert ve sağlamdır her ikisi karşılaştığında inanç parçalanır. Her ikisi birbirinden farklıdır
ve ayrı kalmalıdır.
Schopenhauer dinin anlam ve değerinin pratik alanda da etkisinin olduğunu fakat din
savunucuların bahsettiği kadar olmadığını söyler. Farz edelim ki tüm kanunlar kaldırılsın
insanlar bu durumda kendilerini nasıl olurda din içerisinde güvence altında hissedecektir.
Dini ahlaklaştırma etkinsin yanında ahlak dişi yönü de vardır. İbadetler dualar yoluyla
inanan kimse çalışmak yerine dilenmeyi seçmektedir.Ahlaksal bir çöküntü yaratarak
papazların tanrıların rüşvet alıcısı olmasını doğurur.Başka bir örnek ise din adına yapılan bir
çok savaşın insanlık dışı vahşeti içermesidir. Felsefenin bunu göz ardı etmesi mümkün
değildir.
Schopenhauer Hıristiyanlığı değerlendirerek onunla birlikte var olan dinleri göz önünde
bulundurmak gerektiğini ve ondan da önceki Grek ve Roma dinlerin bulunduğu halk
metafiziği olarak düşünüldüğünde bunların herhangi bir gerçek ve belirli bir dogmatik yada
katı bir biçimde açıklanmış ahlak sistemi olmayan, kutsal yazılardan yoksun teoremler
olduğunu din ile aşmanın güç olduğunu söyler Schopenhauer felsefenin ilerleyişiyle bu
dinlere olan ciddiyetin azaldığını hristiyanlığin yerini aldığını belirtir. Hristiyanlığin yerini
almak zorunda olduğu din Yahudiliktir. Onun doğasını yücelterek alegorik bir kılığa
büründürür. Dünyevi şeyler söz konusu olduğunda alegorik olarak adlandırılan şey din
alanında ‘sır olarak yer alır. Kendinden önceki dinler de ahlaken değil dogmatik olarak faik
olur. Ahlak alanında nezaket, feragat, kişi iradesi Hıristiyanlığa özgüdür.

Schopenhauer hıristiyanlığin saçmalık karışımı olarak görür. Günlük hayatta kılavuz
hem de bir umut tesellisi mükemmel bir alegori sunduğu için böyle görür. Dinlerin
kendilerini mecazi ve temsili unsurların niteliklerini açıktan açığa alenen değil ancak örtülü
bir biçimde onların öğretilerini ciddiyet içinde ‘sensu proprio (kardeş sevgisi)’ olarak
nitelendirmek zorunda bırakır. Buda aldanmayı beraberinde getirir. Zamanla onların sensu
propirio olarak doğru olmadıkları günün gelmesiyle çöküşü getirir. Bu acıdan alegorik
yapıları kabul etmek daha iyi olacaktır.
Hıristiyanlıkta şeytan saf iyilik ve saf bilgelik olan mutlak tanrının karşı kutbunda zorunda
bir kişiliktir. Dünyada da bir kötülük vardır. Bu kötülüğü sorumlu tutulacak olan bir şeytan
olmadıkça nasıl ortaya çıkabileceğini anlamak mümkün değildir. Hıristiyanlığın özü itibariyle
bir alıntı, bir tarih bir olaylar dizisi kişilere ait olgular, eylemler ya da ızdıraplar bütünüdür.
Buna inanmak ise kurtuluşu diğer dinlerde bulur fakat bu tarihsel doğmanın parçası değildir
Hıristiyanlık insanı ayrı bir yere koyarak hayvandan koparır. Hayvanlar birer eşyadır
Budacılık, Brahmanda da bu durum tam tersidir. Yahudilikte ise insanın kullanması için imal
edilmiştir. İnsanları hayvandan daha kaba vahşi olan doğası kalabalıklardan korunmak için
din yerine kolluk gücü alınır buda cemiyetlerin yaygınlaşması sağlanır. Bu konuda
Schopenhauer papazlara, bağnazlara uyarıda bulunur bunun hakikat değil ahlakın
yaygınlaşması olarak görür.
Yahudiliğin temel ayırt edici özelliği gerçekliktir. Maddi dünyayı mutlak olarak gerçek
hayatı da bize bahşedilmiş hoş bir bağış olarak görür. Brahman dini ve Budacının temel ayırt
edici özelliği idealizm ve kötüm serliktir. Dünyaya dışsal bir varlık atfeder.
Schopenhauer ilk günah dogması gerçek Hıristiyanlıktır. Pelagiusçu anlayış bunu
reddederken yeni çocuğun masum olduğunu söyler ve kendinde şey olarak değil birer
fenomen olarak var olmaya başladığını bilmediğimizi söyler. Hıristiyanlığın bir merkezi olan
ilk günah ve doğal durumumuzun günahkârlığı doğaya göre insanın bozulmasından oluşur.
Hıristiyanlık, Yahudiliğe ve onun hakiki mirasçısına Islama zıttır. Aynı zamanda Budacılıkla
ile ilişkilidir.

Ademle hepimizin günah işlediğini lanetlendiğimizi halbuki kurtarıcı ile hepimizin
kurtulacağını söyler .Schopenhauer insanın gerçek özünün kötü olduğunu bu tek bir kişide
değil fakat insan ideasın olan türde bulunduğunu bireylerin zaman yayılmış ideanın
fenomenal görünümü olduğunu söyler.
Schopenhauer dinlerin tek mi yoksa çok mu tüm tanrıcı değil de onun iyimser mi yoksa
kötümser mi olduğu sorusu aranmalıdır. Bu şekilde yeni ahitle eski ahitler taban tabana zıttır.
Dinlerin hatası acık, kuru olan hakikati aramalarıdır. Bunu da en yüksek gaye ile filozof
edinebilir. Din ise dolaylı değişmeceli ve simgesel bir hakikate yer vardır.
Schopenhauer ‘kimse iki efendiye hizmet edemez doğasıyla ya akıl yâda kutsal neden
olmalıdır. Bu iki şeye sahip olmak istemek hiç birine sahip olmamaktır Ya inan ya felsefe
yapılmasını’ söyler.
‘İnanç aşk gibidir zora gelmez. Bu yüzden devlet eliyle onu bir yere sokamayız yada
yerleştirmeye kalkmak tehlikeli bir iştir cünkü nasıl aşk zorlanırsa nefreti doğurur inançta
zorla inançsızlığı doğurur der6’
Sonuç olarak Schopenhauer dinin halkın metafiziksel ihtiyacını giderirken felsefe ise dünyayı
anlama yorumlama ihtiyacını kazandırır. Her ikisin dede ortak olan özellikler bulunsa da bir birinden
metot ve hedefler bakımında farklı iki kutuptur. İhtiyaç giderme ve pratikte de bir yanının
vurgulanması, dinin hakikatin yanında hiç bir şeydir çünkü asıl olması gereken hakikattir.
6 Schopenhauer age sayfa 124
KAYNAKÇA
*Scahopenhauer ,din üzerine,Ahmet Doğan ,say yayınları,İstanbul 2009
* C.Ü Sosyal Bilimler Enstütisi Derğisi,Cilt 14 ,sayı 2 ,2005
*İnsancil ,Aylık Kültür Sanat Dergisi, 11 sayı,Ocak 2001

HÜSEYİN TEMUR - KOÜ FELSEFE BÖLÜMÜ
13 Şubat 2011 Pazar | By: Kocaeli Felsefe

LUDWİG FEUERBACH - HIRISTİYANLIĞIN ÖZÜ

1) GENEL   ANLAMDA   İNSAN


           Feuerbach, insanı  ele alırken daha önce ki filozoflardan farklı bir şekilde ortaya koyar. Feuerbach insanı ele alırken dinin çıkış noktasında insanı merkeze alarak dini açıklamaya çalışır. Feuerbach insanı merkeze alırken insanı diğer canlılardan üstün kılan özelliklerden hareketle bu ayrımı yapar ve felsefesini bu ayrım üzerine kurgular.
Feuerbach’a göre dinin çıkış noktası, insanla hayvan arasındaki o büyük farktır. Hayvanların dini yoktur fakat insanın bir dini vardır.  Feuerbach göre insan ve hayvan arasındaki o büyük farkın nedeni insanda var olan “bilinç”tir. Ancak bilinç burada ciddi bir duyu olarak ele alınmalıdır, eğer bilinç kendini hissetme duyusu olarak , herhangi bir duyusal nesneyi diğerinden ayırabilme yetisi olarak, dış dünyadaki nesnelerin özelliklerini algılama ve hatta yorumlama yetisi olarak düşünülürse, hayvanda da bilincin var olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Ciddi anlamda, bilinç, ona göre kendi türü ve varoluş şekli hakkında düşünen varlıklara verilmiştir. Hayvan da kendini bir birey olarak görebilir, yani kendini hissetme duyusu vardır, ancak bunu bir tür olarak yapmaz. Buna göre hayvanın bilinci yoktur, yalnızca “bilincin” “bilgi”yle olan bağlantısından dolayı bilinçli denmeyi hak etmektedir. Bu durumda, bilincin olduğu üretecek kapasite de vardır demektir. Bilim, türün bilincidir. Yaşam içinde, bireylerle ilgileniriz, bilimde ise türlerle. Yalnızca, kendi türü ve varoluş şekli hakkında düşünen varlıklar, diğer şeylerin ve onu düşündüren varlıkların doğasını anlayabilir. 
       Bir hayvan için,iç dünya da dış dünya da birdir, ancak bir insan için ikisi farklı şeylerdir. İnsanın iç dünyasında kendi türüyle ilgilendiği gerçeği yatar, yani insan kendi kendisi ile bir diyalog içindedir. Diğer taraftan; hayvan kendi türünden bir varlığın kendi kendine o türe özgü bir hareketi yaptığını görmedikçe o, hareketi yapmayı akıl edemez. 
İnsan ise kendi türüne özgü herhangi bir şeyi ,örneğin düşünmek ya da konuşmak gibi başka bir insandan ayrı yapabilir.insanın iki kişiliği vardır. Biri “ben”, diğeri “sen” ;ve isterse başka birinin yerine kendini koyabilir, çünkü kendi türü, varoluş şekli – yalnızca kendisi değil, onun düşünmesini sağlayacak konulardır.
      İnsanın hayvandan farklı olan, kendine özgü varoluş şekli dinin temelini oluşturmakla kalmamış, aynı zamanda onun asıl konusunu da belirlemiştir. Ancak din sonsuzluğun bilincidir,bu nedenle din insanın kendi doğasının bilincinde olmasından başka bir şey olamaz, sonlu ya da sınırlı bir şey olarak değil, ancak sonsuz bir doğa olarak düşünülebilir. Gerçekten sınırlı olan bir varlık, sınırlı varlığın ne olduğuna dair en ufak bir ipucuna dahi sahip değildir;çünkü bilinçli oluş şekli varoluş şekliyle sınırlandırılmıştır.Hayatı birkaç tür çiçekle sınırlı olan bir tırtılın bilinci,bu sınırlı alanı genişletmeye yetmez;elbette bir bitkiyi diğerinden ayırabilir ancak bilincinin tamamı  bundan ibarettir.
      “Feuerbach göre, insan kendi doğasının dışına çıkamaz. Bütün algı ve düşünceleri öznel yaşantıları ile sınırlıdır. Yani olgusal olanı öznel olarak yaşar ve bundan çıkardığı inanç ve düşüncelere bağlanır. Dinsel değerlerin tümü ve Tanrı inancı yalnızca insanın öznel doğasının ve beklentilerinin yansımasıdır. Tanrı, insanın düşüncesiyle imgeleyerek ulaştığı en son evredir.bir başka söyleyişle insan olmadan Tanrı olamaz. Çünkü insan Tanrı’nın kendisidir. İnsan olmanın zorunlu sonucu, Tanrı’yı yaratmaktır. İnsan en yüksek gerçek ve mutlak iyilik olan Tanrı’yı içinde taşır. Bu bakış açısı, düşünce yoluyla Tanrı’yı bulmaya yöneliktir.” Yani her insan bilincinin sınırı neyse o insanın Tanrı’sı sınır içindedir.
      Bilincin bu derece sınırlı olduğu bu ve sınırlamadan ötürü yapılan her şeyin doğru olduğuna inanılan bir durumda, artık bilinçten değil iç güdüden söz etmeye başlarız. Kuralcı bilinç, gerçek anlamda bilinç ve sınır bilinci birbirinden ayrılamaz; sınırlı bir bilinç, bilinç değildir; bilinç sınırsızdır ve pek çok şeyi kapsar. Başka  bir deyişle, bilinçli varlık sınırsızlığın bilinci ile kendi sınırsızlığının bilincindedir.
         Peki, insanın bilincinde olduğu varlık ya da insanın içindeki bu türü yaratan, onu insan yapan şey nedir? Mantık, irade ve kalp. Tam bir insan, düşüncenin, iradenin ve kalbin gücüne bağlıdır.
 Düşünce gücü, bilginin ışığıdır, irade gücü, kişiliğin enerji kaynağıdır; kalbin gücü ise sevgidir. Mantık, irade gücü ve sevgi, insanın mükemmellikleridir; onun en önemli güçleridir,onun bu mutlak esasları insan olmasının yanında varlığının da nedenleridir.
Feuerbach gore; hayvanın yaşamı basittir,fakat insanın yaşamı karmaşıktır. Hayvanda iç yaşam ,dış yaşamla karışır, buna karşılık insanın bir iç yaşamı bir de dış yaşamı vardır. İnsanın iç yaşamı türüyle,özüyle ilişkilidir. Buna göre din de insan içindir. Din sonsuzluğun bilincidir. Insanın bilincine ulaştığı öz hem ustur(mantık), hem istem(irade gücü), hem de gönüldür(aşk,sevgi). Her yetişmiş insane düşüncenin gücüne ve gönlün gücüne ulaşmıştır. Düşüncenin gücü biliginin ışığıdır,istemin gücü kişiliğin enerjisidir, gönlün gücü ise aşktır.bunlar yüce güçleridir, insanın insane olarak mutlak özüdür,onun varoluşunun ereğidir. Insan tanımak için, sevmek için, istemek için vardır. Insan bir amacı olan bir varlıktır. Nesnesiz insane hiçtir. Büyük adamlar, örnek insanlar, insanın özünü bize gösteren insanlar yaşamlarıyla bu doğruya tanıklık ederler. Onların temel ve baskın tek doğrusu vardır: etkinliklerin temel nesnesini oluştıran amacı gerçekleştirmektir. Yani insanı gerçek anlamda insane yapan  nesnesidir yani ereğidir,yöneldiği yüce amaçtır. Insan anacak  nesnesiyle dokunuşma içinde kendi kendinin  bilinci durumuna gelir. Nesnenin bilinci insanın bilincidir.
Feuerbach duyguyu dinin temel organı sayar.Ona göre Tanrı’nın özü yalnızca duygunun özünü açıklar.Bundan dolayı Tanrı’yı şöyle tanımlar: Tanrı arı, sınırsız ve özgür duygudur.Başka bir tanrı senin duygularına dıştan benimsetilmiş bir Tanrı olacaktır.Duygu boyutunda Tanrı’yı yadsımak için duyguyu yadsımak yeter.Duyulur nesne insanın dışında vardır, dinsel nesne insanda vardır aynı zamanda bir iç nesnedir.Duyulur nesne kendinde ilgisizdir, inançlardan ve yargılardan bağımsızdır; dinin nesnesi ile seçilmiş bir nesnedir.Varlıkların en önemlisi, ilki ve en yücesidir.Tanrı’nın bilinci insanın kendi kendisinin bilincidir, Tanrı’nın bilgisi insanın kendi kendisinin bilgisidir.İnsan Tanrı’sında tanınır, buna karşılık Tanrı’sı da insanda tanınır, onlar bir bütün oluştururlar.İnsan için Tanrı olan şey onun düşüncesi ve ruhudur.İnsan düşüncesi olan şey onun ruhu ve yüreği Tanrı’sıdır.Tanrı açımlanmış insanın içidir, açıklanmış insanın kendisidir.Din insanın gizli hazinelerinin görkemli açılışıdır, en içten düşüncelerinin açıkalnmasıdır, onun aşk gizlerinin açıkça bildirilmesidir.Din insanın kendiyle ilgili bir bilincidir ve dolayısızdır.
Bu yüzden her yerde felsefeyi önceler, insanlık tarihinde de bireyin tarihinde de önceler.İnsan once özünü kendi dışında tasarlar, onu kendinde bulmadan önce.Onun öz varlığı ona ilkin bir başka varlığın görünümü altında nesne olarak verilmiştir.Her din bir tapınmadır, insane kendi özüne tapınır.Kuşkuculuk dinin kalıtsal düşmanıdır.Çünkü nesne ile sunum arasındaki, kendinde Tanrı ile benim için Tanrı arasındaki ayrım kuşkusal bir ayrımdır, böyle olmakla din dışı bir ayrımdır.Sonuç olarak şöyle denilebilir: dün için din olan şey bugün din değildir, bugün Tanrıtanımazlık diye anılan şey yarın din olacaktır.


           Karl Marx Fuerbach Üzerine Tezler


   Karl Marx materyalizmin Fuerbach da dahil olmak üzere gerçeklik ve duyumsal insan faaliyeti praxis olarak kavranmadığını ortaya koyar. Öznel olarak değil nesne biçiminde yada sezgiyle kavrandığını söyler. Fuerbach’ın duyumsal nesne istediğini belirtir. Fuerbach insan ile hayvan arasındaki en büyük ayrımın hayvanların dini olmadığını bunun ayrımında bilince bağlar.Bilinci burada duyusal nesneyi diğerinden ayıra bilme olarak alır.Duyuları önemser.İnsan faaliyetini nesnel bir faaliyet olarak görmediğini bu nedenle devrimci pratik –eleştirel faaliyetin önemini anlamadığını Marx  belirtir.Komünizim için mevcut olanı dönüştürmek var olana pratik olarak saldırmak olduğunu amacın değiştirmektir.Fuerbach’tada bu tarz görüşlerin olduğunu fakat ondan öteye gitmez.Tarihsel insan kavramı yerine ‘insan’ der.
   Marx duyumsal dünyanın sezgisinde zorunlu olarak kendi bilinciyle kendi duyusuyla çelişen kendisinin önceden varsaydığı duyumsal dünyanın bütün parçalarının doğanın uyumu bozan şeylere tosladığını söyler. Bunları saf dışı etmek için ikili görüşe sığındığını söyler.
   Duyumsal dünyanın hiç değişmeden kalan bir şey olmadığını tarihsel ürün olduğunu söyler. Fuerbach’ın materyalist olduğunda tarihi unuttuğunu, tarihi hesaba kattığında ise materyalist olmaktan çıktığını söyler.
   Marx fikirlerin yığınların onlara sahip olduğunda maddi güçler haline geldiğini, bura dada devrimci fikirlere, özellikle bilimsel olanlara önem veriyor ve ideolojinin çıkarlarına ifade ettiği sınıf ne olursa olsun pratik bir önem taşıdığını söyler.Tarihsel materyalizmin toplumsal biçimlerin özelliklerin ve arasındaki bağlantılar kurulması için  her seferinde özgüleştirilmesi gerektiğini nesnel olarak düşünülmesini ,tarihsel materyalizminde sosyalizmin temeli olduğunu söyler.
   Nesnel hakikatin insan düşüncesine atfedilip atfedilmeyeceği sorunun pratik bir sorun olduğunu, insanın aitliğini, düşüncesindeki gercekliğide pratikte kanıtlamalıdır. Sözde kalan düşünce, uygulanamayan her düşünce askıda kalan bir çamaşır gibidir. Fakat sadece onu da yararcılık(prakmatizim) olarak görülmemeli.
   Marx koşulların değişmesinden bahseder. Koşuların insanlar tarafından değişiyor oluşu bu değişimle birlikte insanın toplumsal şartlar içinde değişmesi gerektiğini belirtir.
   Fuerbachın dinsel özü, insan özüne indirgediği fakat bunun her bireyin doğasında bulunan bir soyutlama olmadığını toplumsal ilişkiler bütünü olarak görür. Bu nedenle Fuerbach’ın tarihsel akışkan koparak dinsel soyut insanı öncüllediğini,tür olarak kavradığını ortaya koyar.Bunun sonunca ise onun tahlil ettiği soyut bireyin belirli toplum biçimine ait olduğunu görmez.Marx  Fuerbach’ın hiçbir zaman insanlar dünyasında söz etmediğini diş dünyaya dahası insanların henüz efendisi olamadıkları doğaya sığındığını belirtir.
  Şimdiki durumda da olduğu gibi hayat pratikten ayrı değildir. Yaşamın kendisi pratiği içerir. Birçok şeyde de kendini pratiğin kavranmasında gösterir. Bundan bağımsız sezgisel materyalizmin vardığı nokta sivil toplumun sezgisi olduğunu söyler.
  Eski materyalizme vurgu yaparak, yeni materyalizmin alanın insan toplumu olduğunu Sonrasında da filozofların sadece dünyayı değişik şekillerde yorumladıklarını sorunun kendisinin ise onu değiştirmek olduğunu söyler.

Marx ‘yabancılaşma kavramına bakacak olursak, Fuerbach’ın yabancılaşma kavramıyla farklı olduğunu görürüz. Daha sonrada Fuerbach üzerine tezlerden alıntılarla Marx’ın eleştirisinin üzerine deyincem.
Marx işçi ne kadar çok servet üretirse üretim gücü ve kapsamı ne kadar artsada kendisi o kadar yoksullaşır. Ne kadar çok yaratırsa da kendide bir meta olarak o kadar ortaya çıkar. Emek yalnızca kendini bir meta olarak üretmez yani işçiyi de üretir.
   Emeğin ürettiği nesne, emeğin karşısına yabancı bir şey kendi üretenden bağımsız bir güç olarak dikilir. Emeğin ürünü bir nesneye aktarılmış, maddeleşmiş emektir. Yani bir bakıma emeğin nesneleşmesidir. Emeğin gerçekleşmesi de onun nesneleşmesine bağlıdır. . 
   Nesneleşme nesnenin yok oluşu ve nesneye kölelik mülk sahibi olmak ise yabancılaşma, başkalaşma olarak ortaya çıkar. Nesneleşme dediğimiz şey nesnenin yok oluşudur ki işçi yalnız yaşaması için değil, çalışması içinde çok gerekli olan nesnelerden soyulur. Emek, çalışma artık işçinin ancak çok büyük çabalar harcayarak düzensiz kesintilerle ele geçirebileceği bir şey olmuştur. Ne kadar üretim o kadar sermayenin egemenliğine bağlıdır.
İşçi kendi emeğinin ürünüyle yabancı bir nesneymiş gibi ilişki içindedir. İşçi ne kadar harcarsa karşısında yarattığı yabancı nesnel dünyada o derece güçlüdür. Kendine ait şeylerde bir o kadar azalır. İnsan tanrıya ne kadar verirse kendine o kadar az şey alır.İnsan (işçi) yalnız hayvansal işlevlerinde yani yerken, içerken, çocuk yaparken, olsa olsa evinde giyiminde serbestçe etkin olabilir. İnsani ilişkilerinde hayvanlaşmıştır. İnsani özellikleri hayvanlaşmış, hayvani özellikleri insanlaşmıştır doğada ve kendinde, kendi işlerine yabancılaşırken yabancılaşmış emek insanı yabancılaştırır. 
  Fuerbach’ın dini tabiat üstü bir cevhere atfedilen insanın özelliklerin bir yabancılaşması ve objeleşmesi olarak görür.İnsan ikileşmiştir;kendi özünü tanrıda bulur.Bununla beraber din insanın bilinçsiz kendinin bilincidir.Böyle bir ikilemi sebebini bir ikileşmenin sebebini ,tabiat ve toplumun kör kuvvetlere bağlılığındandır.
  Fuerbach insanı insan yapan mutlak benliği ve türün esaslarını oluşturan şeyin sınırlı ve sonlu olduğunu saçma gereksiz bulur .
Her benliğin kendine yettiğini ,aynı düzeyde pay aldığını bununda kimsenin şikayet etmemesinden çıkarır.Her benlik kendisine yeter ve sınırsızdır.Kendi tanrısını taşır .Yüksek varlık olarak tanrıyı gösterir.Yüksek varlıktır.Mutlak varlıktır.
Fuerbach, dinsel kendine yabancılaşma olgusundan, dünyanın biri dinsel dünya diğeri cismani dünya ile iki ayrım yapar. Dinsel dünyayı cismani dünyaya oturtmaya çalışır.Fakat Fuerbach dinsel özü insan özüne indirger ama insanin özü tek tek her bireyin doğasında bulunan bir soyutlama değildir.Bu öz aslında toplumsal ilişkiler bütünüdür.
           Fuerbach, dinsel duygunun kendisinin bir toplumsal ürün olduğunu ve tahlil ettiği soyut bireyin belli bir toplumsal biçime ait olduğu görmez.Fuerbach dinsel bir yabancılaşmadan söz ederken Marx farklı bir açıdan yaklaşır.İnsan emeğinin yabancılaşmasından söz eder .İnsanın kendisine yabancılaşmasıdır.Yani ekonomik bir biçimde bakar.Bu durumdan kurtulmak için insan cinsinin kendine dönmesi için caba gösterir.Bunu tersine çevirmek uğraşır. 
           Marx yaşamı belirleyen şeyin bilinç olmadığını, yaşamın bilinci belirlediğini bilincin özerkliği bir özel fikirler tarihi ya da devlet hayatının yanılsama olduğunu, tarihi devindirecek şeyin bireylerin maddi yaşamın üretimi yeniden üretimidir. Emeğin sömürüsünün ve emeğin kurtuluşunun, suç ve onun bedeli ile günah ve onun kefareti ile ortak hiçbir yani olmadığını belirtir.
     
KAYNAKÇA


Karl Marx Friedrich Engels,Alman ideolojisi,Fuerbach,Sol Yayınları
Feuerbach, Hristiyanlığın ,Özü   Bulut, Ankara-2004
Materyalist felsefe sözlüğü ,sosyal yayınları ,İstanbul ,1972





AYHAN KAPLAN   
 FELSEFE   4.SINIF
10 Şubat 2011 Perşembe | By: Kocaeli Felsefe
Pratik Felsefe Yazıları

Yazar : 

Yayıncı : Notos Kitap Yayınevi 



Kuram / Felsefe Felsefe toplumsal olana yabancılaştıkça yön duygusunu da kaybedecektir. Sokratesten bu yana felsefenin yöneldiği ana konulardan biri, toplumsal doku ile birey arasındaki gerilimdir. Ötenazi, esnaf ahlakı, asimilasyon, iktidar, namus cinayetleri ve çağımız savaşlarını ele alan Pratik Felsefe Yazıları, günümüz insanının maruz kaldığı ya da bizzat rol üstlendiği olgulara yakından bakıyor: Ötenazi bir hak olarak düşünülebilir mi? Esnaf ahlakının belirleyiciliği etik tartışmada nasıl bir yer tutar? Asimile etmeye çalışan ile asimile olanın tavrı karşılıklı olarak birbirini nasıl etkiler? İktidar neyin üstünü örtmektedir? Namus cinayetleri şiddet kültürünün neresine oturuyor? Savaşların perde arkasında nasıl bir ekonomi-politik var? Pratik Felsefe Yazıları çoğu zaman gözümüzü kaçırdığımız sorunların içinden, felsefe olmaksızın çıkamayacağımızı gösteren bir kitap.



Felsefeciler Derneği Yayınları “Şeyler ve İnsanlar” kitabı çıktı





“Sanatçılar, filozoflar ve bilim insanları… Sorun avcıları… Yegâne saplantıları sorun yakalamak olan bu müstesna insanlar, sözün tarihi boyunca, bütün olumsuz koşullara rağmen, ava çıkmaktan hiç, ama hiç imtina etmediler. Yalnızca onların bilinci bezginliğe meydan okur, yalnızca onların bilinci yorgunluğa direnir. Fakat sağlıklarını kaybettikleri de olur, elleri boş döndükleri de… Zira şimdiye değin yakaladıkları sorunlarda önemli bir eksiklik göze çarpıyor: insan. İnsandan daha büyük bir sorun var mıdır, acaba? Neden ortada! İnsanlığa aykırılıklar, yalnızca insanlardan gelebilir. Diğer bütün varlıklar ve şeyler, olsa olsa insanlığa yabancı olabilir. İnsan, şimdiye değin kendi değerini bu kadar abartmakla, sadece değer yitimine uğradı. Fakat aşırı sert eylemlerini, gelecekteki-kendine beslediği ayartıcı bir umutla tamir etme gayretinden hiçbir zaman vazgeçmedi. İnsan kendinden kurtulabilecek mi, bilmiyorum, ama insanın kurtuluşu kendinden kurtuluştadır. Bu çok aleni…”
(Şeyler ve İnsanlar, Yavuz ADUGİT, Felsefeciler Derneği Yayınları, 2011,S.9)

İletişim:
Felsefeciler Derneği Mithatpaşa Caddesi No:34F/13 Kızılay/Ankara
e-posta:yasar_kupeli@hotmail.com
Tel: Sezai Koyunbakan: (0542) 286 36 11

Prof. Dr. Ünal Nalbantoğlu Aramızdan Ayrıldı

Hacettepe ve ODTÜ Sosyoloji Bölümündeki hocalığı sırasında felsefe ve sosyoloji alanındaki engin bilgisi, insani nitelikleri ve ilişkileriyle öğrencileri ve meslektaşları arasında derin bir saygı ve sevgi uyandırmış bilim insanı ve entelektüeli 64 yaşında kaybettik.




Orta Doğu Teknik Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Ünal Nalbantoğlu 19 Ocak sabah erken saatlerde, Ankara'da,  64 yaşında aramızdan ayrıldı.
Prof. Dr. Ünal Nalbanoğlu yarın (20 Ocak) saat 10:00'da ODTÜ Mimarlık Fakültesi Amfisinde yapılacak törenden sonra Kocatepe Camii'ne götürülecek, öğle namazı ardından Çankırı-Şabanözü'nde aile mezarlığına defnedilecek.
Nalbantoğlu ve düşüncesi
Ünal Nalbantoğlu ODTÜ'de öğrenci olarak başladığı akademik çalışmalarını, sağlığının görevine devam etmesini engelleyecek ölçüde bozulduğu, Haziran 2010'a kadar sürdürmüştü.
Nalbantoğlu, Hacettepe ve ODTÜ'de  Sosyoloji Bölümündeki hocalığı sırasında felsefe ve sosyoloji alanındaki engin bilgisi, insani nitelikleri ve ilişkileriyle öğrencileri ve meslektaşları arasında derin bir saygı ve sevgi uyandırmış bir bilim insanı ve bir entelektüeldi.
Prof. Nalbantoğlu öğrenciliği sırasında da sevilen, benimsediği devrimci tutumuyla 1968'in çağrısına uyan ve ölümüne kadar hareketin çağrısına sadık kalarak herkesçe sayılan bir sosyalistti.

1947'de Ankara'da doğan Prof. Nalbantoğlu 1968'de ODTÜ'den sosyoloji lisansı aldıktan sonra, 1972'de Londra Ünivesitesinde mezuniyet sonrası çalışmalarını tamamlamış, 1975'te Hacettepe Üniversitesi'nde lisansüstü derecesi almıştı. 1980'e kadar Hacettepe'de,  1975-76 arasında Durham Üniversitesi Şarkiyat Çalışmaları Okulu'nda misafir öğretim üyeliği yapmış, 1980'de ODTÜ'ye döndükten sonra, 1983'te Berkeley, California Üniversitesi'ne giderek 1990'a kadar Sosyoloji ve Şehir Planlama bölümlerinde ders vermişti.

1990'dan geçtiğimiz yıla kadar ODTÜ Sosyoloji bölümünde ders veren Prof. Nalbantoğlu şehir sosyoljisi, Osmanlı ekonomik tarihi, ve bilgi sosyolojisi alanlarında pek çok makalenin sahibiydi. En son araştırmaları, modernitenin krizi ve bilgi çağının şafağında "batı Metafiziği"nin yerini alması beklenen "öteki" bilgi formasyonları üzerineydi. 

Öğrencilerinin hazırladığı Martin Heidegger ve Modern Çağ (1997) başlıklı derlemeye yazdığı "Patikalar ve Otobanlar" başlıklı makalesinin yanı sıra modern üniversite ve onun disipliner sınırlarını konu alan "Çizginin Ötesi" (2000) başlıklı makaleler derlemesinde de Nalbantoğlu bilgi sosyolojisi ve sanat sosyolojisi alanındaki birikimini ortaya koymuştu. "Arayışlar: Bilim, Üniversite, Kültür" (2009) başlığıyla, İletişim Yayınları'nın yayınladığı son kitabı önceki derlemeler ya da dergilerdeki makalelerinin büyük bölümüne yer veriyordu. Prof. Dr. Nalbantoğlu bir bölümünü İngilizce kaleme aldığı son dönem makalelerinde "yaratıcısı olmayan sanat", "çağdaş mimarlık mesleği ve Türkiye'deki pratikleri", "mimarlık, sosyoloji ve ötesi" üzerinde durmuş, en son makalelerini ise "sıkıntı", "boğuntu" ve "ahlaki reçeteler" sunmanın boşunalığına ayırmıştı. (EK/EÖ)