6 Nisan 2011 Çarşamba | By: Kocaeli Felsefe

ÇAĞRI

Kocaeli Üniversitesi Felsefe Bölümü, 2002 yılından bu yana Uluslararası Felsefe Konferansları düzenliyor. Bu Konferanslar, bölüm elemanlarının ortak tartışmaları sonucunda tespit ettikleri bir kavram/ konu eksenine odaklanıyor. Tartışacağımız konuyu seçerken; ülke ve dünya gündemini izliyoruz. Bu gündemde, felsefenin söz söylemesi, devreye girmesi gerektiğini düşündüğümüz sorunu ana tema olarak belirliyoruz.



Kocaeli Üniversitesi tarafyndan kitap olarak yayımlanan konferanstan bildirilerinden yapılan bir seçki aynı zamanda felsefelogos dergisinin bir sayısında yayımlanıyor.


Bu yıl konferans teması olarak "DİN ve DEVLET" konusunu seçtik. Katkılarınızla daha başarılı bir konferans düzenleyeceğimize inanıyoruz.

Saygılarımla,
Prof. Dr. Sinan ÖZBEK
Kocaeli Üniversitesi,
Felsefe Bölümü Başkanı

Öyleyse yıkıl Roma



Ne yapıyoruz biz? Özünde yaptığımız iş basit. Bilginin peşinde koşuyoruz. Duyduğumuz ya da bulduğumuz bilgileri sizin ilginizi çekebilecek bir formata getirip aktarıyoruz. Eskiden bu, sadece sözle yapılıyordu. Sonra devreye yazı girdi. Bilginin yayılımı çoğaldı. Bilginin sadece okunması bir süre sonra insanlara sıkıcı gelmeye başladı. Bu yüzden fotoğraflar eklendi. Buna gazete denildi. Derken birisi radyo diye bir şey icat etti. Bilginin paylaşımı kitleselleşti. Duyulan her şeyin yayılması için pratik bir icattı radyo, bu yüzden sadece bilgi değil müzik de yayılmaya başladı. Sonra televizyon radyoya bir şaplak patlatıp işin içine görüntüyü de soktu. Artık gözle görebildiğiniz her şey daha sonra bazılarının aptal kutusu olarak adlandıracağı televizyonun içine girdi. Gerçek zamanda yaşanan olayları bir süre sonra canlı olarak izlemeye başladık. Ta ki internet icat olup tüm denklem bozulana kadar. Bilginin yayılımı hızlandı. Zaman dediğimiz kavram ise kılık değiştirdi. Bilgi demokratikleşti. İnternet her şeyi içine almaya başladı. Sinema, müzik, şov dünyası, gazeteler, telefonlar her şey ama her şey... Hayat internetin içine girdi. Biz düne kadar internet, gazeteleri yenecek mi tartışmasına tutuşuyorduk. Böylesine hızlı bilgi ulaşımının mümkün olduğu bir çağda, kim bir gün önce olmuş olayları okumak ister bilmiyorum. Yani mesele kâğıda mı basılacak yoksa ekrandan mı okunacak meselesi değil. Bilgi akışındaki hızın ve içeriğin değişmesinin meselesi. Yani bu tartışma artık 2011 için hayli demode bir tartışma. Bugün yeni bir aşamaya geldik. İnternet tabletlere girdi ve taşınabilir tabletlerde programlarla konuşmaya başladık. Üstelik işin içine kendi janrında ilerleyen bir başka sektör olan oyun teknolojileri de girmeye başladı. Yani bir haberi okurken onun videosunu görmeye, tek bir parmak dokunuşu ile binaların modellerinin içine giriyormuş hissine kapılmaya ve 360 derece panorama fotoğrafları görmeye başladık. Karşımıza yapay zekâya sahip cihazlar çıkmaya başladı. Başa dönüp “Ne yapıyoruz biz” sorusunu bir kez daha sorarsak, biz aslında size hikâyeler anlatıyoruz ve eğlendiriyoruz. Televizyonda bu ikiliyi evlendirmiş ve hikâyemsi eğlenceler yaratmıştık. İngilizce ‘information’ ve ‘entertainment’ kelimelerinden üretip ‘infotainment’ diyorduk. Tabletlerde ise artık elimizde sadece eğlence kaldı. Eğlendirmezseniz, karşınızdakini içine katmazsanız hiç kimse kuru kuruya hikâye dinlemek istemeyecek. Bu, aslında bugünün teknolojisi ve anlayışıyla hayata teknolojik olarak geçmek üzere. Ancak önünde büyük bir engel var. Alışkanlıklar. Alışkanlıkları değiştirmek, teknolojiye bir hamlede hendek atlattırıp değiştirmekten daha zor. Yani “Öyleyse yıkıl Roma!” demeye çok az kaldı.
CÜNEYT ÖZDEMİR
Açıklama ekle
Öyleyse yıkıl Roma
Ne yapıyoruz biz? Özünde yaptığımız iş basit. Bilginin peşinde koşuyoruz. Duyduğumuz ya da bulduğumuz bilgileri sizin ilginizi çekebilecek bir formata getirip aktarıyoruz. Eskiden bu, sadece sözle yapılıyordu. Sonra devreye yazı girdi. Bilginin yayılımı çoğaldı. Bilginin sadece okunması bir süre sonra insanlara sıkıcı gelmeye başladı. Bu yüzden fotoğraflar eklendi. Buna gazete denildi. Derken birisi radyo diye bir şey icat etti. Bilginin paylaşımı kitleselleşti. Duyulan her şeyin yayılması için pratik bir icattı radyo, bu yüzden sadece bilgi değil müzik de yayılmaya başladı. Sonra televizyon radyoya bir şaplak patlatıp işin içine görüntüyü de soktu. Artık gözle görebildiğiniz her şey daha sonra bazılarının aptal kutusu olarak adlandıracağı televizyonun içine girdi. Gerçek zamanda yaşanan olayları bir süre sonra canlı olarak izlemeye başladık. Ta ki internet icat olup tüm denklem bozulana kadar. Bilginin yayılımı hızlandı. Zaman dediğimiz kavram ise kılık değiştirdi. Bilgi demokratikleşti. İnternet her şeyi içine almaya başladı. Sinema, müzik, şov dünyası, gazeteler, telefonlar her şey ama her şey... Hayat internetin içine girdi. Biz düne kadar internet, gazeteleri yenecek mi tartışmasına tutuşuyorduk. Böylesine hızlı bilgi ulaşımının mümkün olduğu bir çağda, kim bir gün önce olmuş olayları okumak ister bilmiyorum. Yani mesele kâğıda mı basılacak yoksa ekrandan mı okunacak meselesi değil. Bilgi akışındaki hızın ve içeriğin değişmesinin meselesi. Yani bu tartışma artık 2011 için hayli demode bir tartışma. Bugün yeni bir aşamaya geldik. İnternet tabletlere girdi ve taşınabilir tabletlerde programlarla konuşmaya başladık. Üstelik işin içine kendi janrında ilerleyen bir başka sektör olan oyun teknolojileri de girmeye başladı. Yani bir haberi okurken onun videosunu görmeye, tek bir parmak dokunuşu ile binaların modellerinin içine giriyormuş hissine kapılmaya ve 360 derece panorama fotoğrafları görmeye başladık. Karşımıza yapay zekâya sahip cihazlar çıkmaya başladı. Başa dönüp “Ne yapıyoruz biz” sorusunu bir kez daha sorarsak, biz aslında size hikâyeler anlatıyoruz ve eğlendiriyoruz. Televizyonda bu ikiliyi evlendirmiş ve hikâyemsi eğlenceler yaratmıştık. İngilizce ‘information’ ve ‘entertainment’ kelimelerinden üretip ‘infotainment’ diyorduk. Tabletlerde ise artık elimizde sadece eğlence kaldı. Eğlendirmezseniz, karşınızdakini içine katmazsanız hiç kimse kuru kuruya hikâye dinlemek istemeyecek. Bu, aslında bugünün teknolojisi ve anlayışıyla hayata teknolojik olarak geçmek üzere. Ancak önünde büyük bir engel var. Alışkanlıklar. Alışkanlıkları değiştirmek, teknolojiye bir hamlede hendek atlattırıp değiştirmekten daha zor. Yani “Öyleyse yıkıl Roma!” demeye çok az kaldı.
CÜNEYT ÖZDEMİR..

Hume ve Kant: “Nedensellik İlkesi”nin Deneysel Meşruiyeti – Irmak Güngör (*)

Tarih: Oca 4th, 2011 | Kategori:: *Makaleler, Türkiye

Bu makalenin amacı; nedensellik ilkesini Hume ve Kant açısından ele almak; ardından Kant’ın, Hume’un bu kavrama yaptığı eleştirisini nereye taşıdığını ortaya koymak, tartışmaktır.

I. Hume ve Nedensellik Tartışması
Hume,17. yüzyılın büyük bilimsel devrimini yaratan önemli etmenlerden birisi olan yeni bilimsel yöntemin dayandığı “inanca”, “doğanın düzenliliği”, “nedensellik ilkesi” gibi kavramlara ciddi bir eleştiri getirmiştir. Onları bir önkabul olarak görmeyi reddetmiştir. Kant bu eleştiriyi kendisine hareket noktası yapmıştır, fakat bu sınırlar içinde kalmamış ve sorunu mümkün olduğunca genişletmek koşuluyla haklı bularak tartışmıştır. Kant, Hume’un ona olan etkisini Prolegomena’da şöyle dile getirir; “İtiraf ederim ki, beni yıllar önce dogmatik uyuklamamdan ilk defa uyandıran ve araştırmalarıma kurgusal felsefe alanında bambaşka bir yön vermemi sağlayan, David Hume’un bu hatırlatması olmuştur”. (2)
Nedensellik ilkesi; “[h]er şeyin, her olayın bir nedeni olduğunu; aynı koşullar altında aynı nedenlerin aynı sonuçları doğuracağını dile getiren ilke. En yalın anlamıyla biri diğerinin nedeni olan iki şey arasındaki ilişkinin dayandığı ilkeye nedensellik ilkesi denir”.(3) Hume’un nedensellik kavramına eleştirilerini aktarmadan önce onun bilgi kuramına kısaca değinmek yerinde olacaktır. Hume, bilgi görüşünün bir kısmını Locke’tan devralmıştır, ona getirdiği en büyük yenilik ise ideler ve izlenimler arasında yaptığı ayrımdır. “İzlenimler”le Hume her türlü anlık içeriğinin ve bilginin kendisiyle başladığı, deneyin temel verilerini kasteder. İdeler ise izlenimlerin daha soluk kopyaları olarak onların anlıktaki etkileri şeklinde tanımlanabilir. Hume’a göre her yalın kavram bir izlenimden kaynaklanır. İzlenimler, deneyin temel verileri ve her tür bilginin kendisiyle başladığı temel ise, o halde deney tarafından verilenler, yani öznede bir izlenimi olan şeyler hakkında bilgi sahibi olunabilir. Buradan hareketle Hume kavramlara ilişkin olarak onların hangi izlenimden geldiğini sorar, izlenimlerden kaynaklanmayan kavramlar deneysel temelden yoksundurlar, o halde onlardan bilgi diye bahsedilemez, dolayısıyla onların kaynağı meşru olmayacaktır. İşte Hume’un “nedensellik kavramına ilişkin olarak yaptığı şey de bu anlamdaki bir deneysel meşruiyet hesabı vermektedir”. (4)
Hume’a göre insan bir şeyin etkinliğini gözlemler gözlemez, zaman içinde onu izleyen ya da onu önceleyen başka bir şeyin düşüncesine atlar. Bunu neden ve etki dediğimiz kavramları kullanarak yapar ve bu olaylar çok sıkı bir bağlantı içindeymiş gibi varsayar. Bilimin yaptığı da, zihinlerimizin sürekli yaptığı da budur.“Geleceğin geçmişe uygun olacağı” (5) varsayımına dayanarak birbiriyle ardarda gelen iki olayın gelecekte de hep böyle ardarda geleceği ve dolayısı ile bir ilişki içinde oldukları yargısına varılır. Hume şunu sorar, acaba bu varsayımın kaynağı nedir? Herhangi bir A olayı başka bir B olayını sürekli olarak izleyip, bunu tekrarlarsa biz buradan hareketle A’yı neden, B’yi de sonuç olarak belirleriz. Öyleyse nedensellik tasarımı nesneler ya da olaylar arasındaki bir ilişkiden türetilmiş olmalıdır. Aralarında nedensellik bulunduğu varsayılan tüm nesnelerin “bitişik” oldukları açıktır, yine açıktır ki neden sonucu her zaman önceler dolayısıyla bu ilişkide nesneler ardışıktır. O halde bu bitişiklik ve ardışıklık, nedensellik ilişkisinin temelidir.
Hume burada şuna dikkat çeker; yukarıda bahsedildiği gibi aralarında nedensellik ilişkisi, “zorunlu bir bağ” olduğu ileri sürülen A ve B olayları yakından incelenirse, deneyde özneye verilenin aslında sadece birbirinden farklı iki olay olduğu, onların aralarında zorunlu bir bağ bulunduğuna dair hiçbir izlenimin olmadığı fark edilir. “İncelemelerimi nesnelerin bilinen niteliklerine çevirdiğim zaman hemen neden-sonuç ilişkisinin hiçbir biçimde onlara dayanmadığını görürüm. İlişkilerini irdelediğimde, bitişiklik ve ardışıklık ilişkilerinden başka bir ilişki bulamam”.(6) Yani bu olaylar söz konusu olduğunda özne; sadece bitişik ve ardışık iki şeyin izlenimine sahiptir, bir nedensellik izlenimine değil. Hume’a göre insanın bilmesi bakımından olanaklı olan bir kavramın da mutlaka bir izlenime dayanması gerektiğine göre, buradan varabilecek tek sonuç; zorunlu bağıntılılık fikrinin yadsınması olacaktır. Hume burada “bitişiklik ve ardışıklık” ilişkisinin, iki nesne arasında zorunlu bir bağ olduğu fikrine kanıt olamayacaklarını söyler. Bitişiklik ve ardışıklık; şeyler arasında nedensel bir bağ olduğuna kanıt olmaktan uzaktırlar, bunlar eksik ve doyurucu olmayan belirtilerdir. Bir nitelik oluşumu, nedensel olarak bağlı olmadığı bir başkasına değebilir, üstelik onunla ardışık da olabilir. Hume der ki; “Deneyim bize hiçbir zaman nesnelerin iç yapıları ya da işleme gücü ile ilgili herhangi bir kavrayış sunmaz, yalnızca zihni birinden ötekine geçmeye alıştırır”.(7)
Olgulara ilişkin olduğu öne sürülen bir düşünceye geçerlilik ve meşruluk veren tek şey, bunun temelindeki duyu deneyleri, yani izlenimlerdir. Bu yüzden nedenselliğin zorunlu olduğuna inandığımız bağlantısının, izleniminin kaynağını araştırmalıyız. Fakat yukarıda bahsedildiği gibi bize neden etki ilişkisi içinde olan iki nesne-olay duyularda verilir ve gözlemlenen yalnızca ardışıklık ve bitişikliktir, o halde “zorunlu bağıntı” kavramının köken ve temeli, tekil olarak ele alınan nedensel ilişkilerin gözleminde yatmaz. Akıl yürütmesine devam eden Hume zorunlu bağlantı ve dolayısıyla da nedensellik kavramlarının kaynağının, birbirine benzer olan nedensel ilişki örneklerinin karşımıza büyük sayılarda ve tekrar tekrar çıkışları olduğu sonucuna varır. “Bir neden, bir başka nesneden önce gelen ve bir başka nesneye bitişik bir nesnedir ve o nesneyle öyle bir şekilde birleşmiştir ki, birinin tasarımı zihni ötekinin tasarımını oluşturmaya belirler”.(8)
Hume zorunlu bağlantının ve nedensellik ilişkisinin bir ussal zorunluluk olamayacağını ortaya koymuştur. Özne gözlemlediği nedensel ilişkilerin temellerini düzenli birlikteliklerde bulabiliriz, bunlar nedensellik kavramının temelini oluşturur; fakat bu, nedensel ilişkilerin birer değişmez birliktelik oldukları anlamına gelmez.
Dış dünyada nedenselliğin kaynağını bulamayan Hume bu idenin insandaki bir şeyden türetilmiş olması gerektiği sonucuna varır. Bu anlamda nedensellik insan doğasıyla ilgili psikolojik bir durumdur. Geleceğin de geçmiş gibi olacağına olan yerleşik inanç mantıksal bir zorunluluk değildir, buna güvenilir fakat bunun kaynağı sadece nedenselliğe olan inançtır. Nedensel bir ilişkinin gelecekte de sürmesi sadece bir olasılıktır. Hume’un iddiası; insanın nedeni gördüğü yerde, onun etkisini de aramak eğiliminde olduğu; nedensellik kavramının da bu “psikolojik süreç” kaynaklı olduğudur. Zorunluluk düşüncesi böylece alışkanlıkla, salt psikolojik bir temel üzerinde açıklanabilir ve insan psikolojik kaynaklı bir çıkarım yapma ihtiyacıyla yetinmeyip, bunu -yaptığı çıkarımları- “hatalı olarak” bir zorunlulukmuş gibi dış dünyaya uygular.
Böylece Hume ilk kez nedensellik ilkesinin deneysel meşruiyetini ortaya koymaya çalışmış ve kavrama, Kant’ın kendisinden hareket edeceği, etkili bir eleştiri getirmiştir. Fakat Hume ve Kant bu eleştiri bakımından aynı görüşleri paylaşsalar da, nedensellik kavramının kaynağının ne olduğu konusunda ayrılığa düşmüşler, öğretilerinde neden kavramını çok ayrı yerlere yerleştirmişlerdir.

II. a. Kant Açısından Hume’un Nedensellik Kavrayışı
Kant Prolegomena’yı, açıkça belirttiği gibi, “zaten ortada olan” bir bilimin, metafiziğin, olanaklı olup olmadığını ortaya koyma amacıyla yazmıştır. Kant bu bilimin olanağını araştırmaya koyulur çünkü; bir çok filozof metafizik yapmıştır, yapmaya da devam etmektedir fakat bizde onun olanaklı bir bilim olup olmadığı konusunda hiçbir fikir yoktur. Metafizik eğer bir bilimse, diğer bilimler gibi sürekli bir meşruluk kazanmalıdır. Eğer bir bilim değilse “[n]asıl oluyor da bilim kisvesi altında, durmadan böbürlenerek insanın anlama yetisini hiç sönmeyen ama hiç de gerçekleşmeyen umutlarla oyalıyor”? (9) Kant, sonucunda “[i]ster bilgimiz ister bilgisizliğimiz kanıtlansın” diyor, bu daha fazla böyle süremez, bu bilimin yapısı konusunda artık kesin bir karara varılmalıdır.
Kant’a göre metafiziğin doğuşundan bu yana hiçbir olay Hume’un ona yaptığı saldırıdan daha önemli olmamıştır. Hume metafiziğe bir şey katmamıştır fakat ona öyle bir eleştiri getirmiştir ki, eğer Hume bu hareket noktasından doğru yöne gitseydi, Kant’ın yapacağını önceden yapmış olabilirdi. Hume metafiziğin önemli bir kavramından yola çıktı ve bu kavramı yarattığı söylenen aklı “kendisine hesap vermeye ve şu soruyu yanıtlamaya çağırdı: akıl hangi hakla bir şeyin öyle bir yapıda olabileceğini düşünebiliyor ki, bu şey konduğu takdirde bununla başka bir şey de zorunlu olarak konsun; çünkü neden kavramı bunu söylüyor”.(10) Yani Kant’ın gözünden baktığımızda Hume akla ait olduğu söylenen “neden” kavramının deneysel meşruiyetini ortaya koymaya çalışmıştır.
Kant’a göre Hume, aklın a priori olarak ve kavramlardan hareketle böyle bir bağlantılılığı düşünebilmesinin olanaksız olduğunu, “karşı çıkılamayacak şekilde” kanıtlamıştır. Bahsedilen bağlantılılık bir zorunluluk içerir fakat akıl böyle bir bağlantılılık kavramının a priori olarak nasıl getirileceğini bilemez. Kant Hume’un şu sonuca vardığını söyler; aklımız bu kavramla kendi kendisini kandırır. Bu kavram sadece deneyle bize gelen bazı tasarımların, çağrışım yasası altında toplanması ve buradan gelen alışkanlığın, kavrayıştan çıkan bir nesnel zorunlulukmuş gibi görülmesinden başka bir şey olamaz. Aklın bu tür bağlantılılıkları düşünebilecek yetisi yoktur. Aksi takdirde onun “kavramları sırf uydurmalar olurdu ve onun sözüm ona a priori olan bilgileri yanlış damgalanmış sıradan deneylerden başka hiçbir şey olmazdı; bu da ‘Metafizik hiç yoktur, olamaz da’ anlamına gelirdi”.(11) Kant Hume’un vardığı sonucu, vakitsiz ve yanlış olarak niteler, fakat en azından bir soruşturma üzerine kurulduğundan dikkate değerdir.
Kant Hume’un yanlış anlaşıldığını ifade eder. Ona göre Hume’un asıl sorduğu soru, neden kavramının doğru ya da doğa bilgisi bakımından şart olup olmaması değil; bu kavramın a priori olarak akıl yoluyla düşünülüp düşünülemeyeceğiydi, yani kavramın kökeniydi. Fakat Kant’ın “acımasız düşmanlar” olarak nitelediği Hume’un çağdaşı düşünürler onu bu konuda yanlış anlamışlar ve Hume gibi, yanlış noktalardan hareket ederek metafiziğe bir şey katmamışlardır.
Kant, Hume’un itirazının genellenerek tasarımlanıp tasarımlanamayacağını denemiştir ve vardığı sonuç; neden-etki bağıntısı kavramının, anlama yetisinin, şeylerin bağlantılılığını a priori olarak düşünmesini sağlayan bir kavram olduğudur. Bu kavram yalnız değildir aksine metafizik baştan sona kadar bunlardan oluşmaktadır. Kant bu kavramları ortaya koymaya çalıştığını ve bunların “Hume’un korktuğu gibi deneyden türetilmeyip, saf anlama yetisinden kaynaklandıkları”(12) sonucuna varır. Kant Hume’un sorununu sadece bir tek konuda değil saf akıl yetisinin tümü açısından çözmeyi başardığını ileri sürer, bahsedilen kavramların kaynağının bulunması ve türetilmesi metafiziğin olanağını oluşturacaktır ve metafizik artık Hume’un şüphesini temele almaktan başka eskiye dair içinde hiçbir şey barındırmayan yeni bir bilim olacaktır.

II.b. Kant’ta Saf Doğa Biliminin Olanağı
Kant Prolegomena’da sağlam bir metafizik oluşturmak için ilkin teorik bilginin iki biliminin; matematik ve saf doğanın olanağı araştırılmalıdır. Metafiziğin olanağı araştırılıyorsa ve metafizik de “sintetik a priori” yargılarla iş görüyorsa; o halde öncelikle, kısmen sırf akıl aracılığıyla zorunlu bir şekilde kesin oldukları ve kısmen de deneyden geldikleri bilinen önermeler içeren saf matematik ve saf doğa bilimlerinin, bu olanaklı ve gerçek olan bilimlerin “olanağının ilkesinden” yola çıkılmalıdır. Bu ilkeye ulaşmak ve daha sonra bütün diğerlerinin olanağını bulabilmek için öncelikle saf akıldan gelen bilginin olanağı araştırılıp “Saf Matematik Nasıl Olanaklıdır?” ve “Saf Doğa Bilimi Nasıl Olanaklıdır?” soruları sorulmalıdır. Kant bir bilim olarak metafiziğin olanağını ortaya koyma çabasında bu yolu takip eder. Burada, makalenin amacına uygun olarak, “Saf Doğa Bilimi Nasıl Olanaklıdır?” sorusunun cevabıyla sınırlı kalınacaktır.
Saf matematik için sintetik a priori bilginin olanağı ortaya konmuştu, görünün iki a priori formu olan uzam ve zaman, tüm uzaysal ve zamansal şekillere öngelir ve temelde yatar. Acaba bu ilişki ya da benzeri bir ilişki doğa için de mümkün olabilir mi?
Kant Prolegomena’da doğayı, şeylerin yasalara göre belirlenen varoluşu olarak tanımlar, doğa kendi başına şeylerin varoluşu anlamına gelmez zira bu anlamıyla onu ne a priori ne de a posteriori bilemeyiz. Burada ilgilenilen -Kant’ın söyleyişiyle- “material” olan, deneyin bütün nesnelerinin tümü anlamında doğadır. Bu, nesneyi belirleyen bir anlamdır. Bu anlamda doğayla ilgilenilir, zira ancak bu anlamda doğa deneyin nesnesidir ve deneyin nesnesi olmayanın bilgisi fiziküstü olacağından burada bununla ilgimiz yoktur. Burada tam da amaca uygun olarak a priori olanaklı olan ve tüm deneyden önce gelen ama gerçekliği deneyle onaylanabilen doğa bilgisiyle ilgilenilir. Kant doğayı genel yasalara göre belirlendiği kadarıyla nesnelerin varoluşudur, diye tanımlamıştı fakat “formel bakıldığında doğa kavramı, tüm bu objelerin yasalara uygunluğunu, yasallığını da (Gesetzmaessigkeit) ifade etmektedir”.(13) Şimdi soruyu şöyle tekrarlamak daha uygun olacaktır; “deney nesneleri olarak şeylerin zorunlu yasalara uygunluklarını, veya: bütün nesneleri bakımından deneyin kendisinin zorunlu yasaya uygunluğunu, genel olarak a priori bilmek nasıl olanaklıdır”? (14)
Burada sadece deneyle ve onun genel ve a priori verilmiş koşullarının olanağıyla ilgilenilmelidir, buradan hareketle de doğa; bütün olanaklı deneyin nesnesi olarak belirlenir. Kant burada doğayı “gözleme” kurallarını kastetmez, zira bunlar zaten deneyi şart koşarlar, kastettiği deneyle doğadan yasalar öğrenebilmemiz de değildir; çünkü bunlar o zaman a priori yasalar olamazlardı. Kant’ın kastettiği deneyin olanağının a priori koşullarının, bütün doğa yasalarının kendisinden çıkarılacağı kaynak olmasıdır. Yani şimdi söz konusu olan; özneye uzam ve zaman içinde şeyleri karşılaştırma imkanı tanıyan bir ilksel belirlemeye sahip olan “deneyin işlevi”dir.
Bütün deney yargıları, evet deneyseldirler, yani temelleri duyuların dolaysız algısıdır, fakat deney yargılarının öyle olmalarını sağlayan şey deneysel yargı olmaları değildir, deneysel yargılar ancak duyusal algıda verilenin üstüne, saf anlama yetisinin yarattığı kavramların eklenmesiyle mümkün olur. “Deney yargısı”yla kastedilen; “algı yargı”sındaki gibi sadece öznel geçerliği olan değil, nesnel bir geçerliğe sahip olan yargıdır. Deney yargısı duyusal görünün tasarımlarından ötede, anlama yetisinde yaratılmış özel kavramları şart koşarlar, ancak bu kavramlar onları -önce sırf algı yargısı olanları- nesnel geçerli kılar. “Çünkü örneğin bir bilimsel deneylemeye (Experiment) başlarken, daha baştan araya belli kavramları sokarız; yani Kant’ın sözleriyle deneyleme sırasında bizim zaten bu deneylemeye öngelen ve ‘doğanın içine yerleştirdiğimiz’ kavramlarımız vardır”.(15) “Doğada belirli öğelerin birbirleriyle bağıntı içinde olduğunu varsaymak ve doğadaki olayların kurallara bağlı bir süreç içinde meydana geldiğini düşünmek”, bu varsayımlar olmadan deneyin kendisi mümkün değildir. “Nesneleri uzay ve zaman içinde bir arada tasarlama imkanına başvurmadan, süreklilik düşüncesi olmadan, ölçme ve saymayı mümkün kılan genel yöntemler olmadan Galilei’nin tek bir deneyleme yapması bile mümkün olamazdı; öyle ki, bu önkoşullar olmadan Galilei’nin ortaya koyduğu problem tamamen anlaşılmaz bir şey olarak kalırdı. Varılan sonuç şu olmaktadır: bizzat deneyin kendisi bir bilgi tarzını, bir anlığı gerektirmektedir”.(16) Başka bir deyişle, deney belli mantıksal önkoşullara dayalı bir çıkarım ve yargı sürecini gerektirmektedir.
Kant saf anlağın yarattığı bu kavramların; algıların, altına sokulacağı ve deneyi olanaklı kılan ve hatta deneyin şart koştuğu kavramlar olduklarını ifade eder. Demek ki deney yargısı karşılaştırmayla genel hale geldikten sonra, bu mantıksal bağlantılılığın üstüne, sintetik yargının “zorunlu ve genel geçer” olmasını sağlayan, “görülerin sintetik birliğinin kavramı” eklenmek zorundadır ve biz şu kavranmalıdır ki, “deney bizi tek tek parçaların bir araya toplanmasıyla oluşmuş bir ‘bütün’e götürmüyor; tersine o, bir bütüne dayalı olarak ‘parçalar’ın ve özel içeriklerin bu bütün içinde yerlerine konmasını gözlemsel yoldan mümkün kılan şey oluyor. Öyle ki doğa bile ancak bir sistem olarak düşünülmek zorundadır ki, kendi tek tek halleri, bireysellikleri içinde gözlemlenebilsin”.(17) Bu demek oluyor ki özne; fenomenleri (phainomena) birbirlerine bağlamadaki yasallığı, yani genelinde doğayı, deney aracılığıyla bilemez, çünkü deneyin kendisi varoluşunu, temelindeki bu a priori yasalardan alır. Şöyle söylemek yerinde olacaktır; bir obje, algıya verilen görü çokluğunun içinde ancak anlama yetisinin kavramları aracılığıyla sentetik bir birliğe sokulduğunda tanınabilir.
Şimdi, anlama yetisinin bilginin nesnesini vermeyip, tasarımlar arası sentez yaptığı, bunu da kendi ürünü olan kavramlarla gerçekleştirdiği kavrandı. Yani anlama yetisinin biricik görevi düşünmek, yani tasarımları bir bilinçte birleştirmek, aralarında “sintetik” bir bağlantılılık sağlamaktır. Kant zihin kavramlarının da tıpkı geleneksel varlık kavrayışındaki gibi bir sınıflandırma içinde olduklarını ortaya koyar ve ayrıntılı bir “kategoriler” çizelgesi sunar. Bu çizelge Aristoteles’in daha önce sunmuş olduğundan farklıdır, Kant’ın burada amacı çizelgede sunulan bilgi elemanlarının dayandığı ilkelerin keşfidir.
Böylece Kant’ta anlık kavramlarının sınıflandırılması şu şekildedir; nicelik ana sınıfı birlik, çokluk ve bütünlük; nitelik ana sınıfı gerçeklik (realite), olumsuzlama (negation) ve sınırlandırma (limitation); bağıntı ana sınıfı töz (substanz), nedensellik (kausalite) ve karşılıklı bağlılık (Gemeinschaft); kiplik (modalite) ana sınıfı ise imkân, olma ve zorunluluk alt türlerine ayrılmıştır.

II.c. Kant’ta Nedensellik Kategorisinin Temellendirilişi
Şimdiye kadar Kant’ın “Saf Doğa Bilimi Nasıl Olanaklıdır?” sorusunu yanıtlama yolunda kategorileri nasıl ortaya koyduğu, onları nasıl temellendirdiği aktarıldı. Şimdi Kant’ın, kategoriler başlığı altında yer alan “nedensellik” kavramı hakkında görüşleri ortaya konacaktır.
Ele aldığımız “bütün doğa”, bu özel doğa kavramı içinde şeyler kendi başlarına ele alınamazlar. Çünkü bahsedilen -yasalardan oluşan- doğa sistemi, yalıtılmış, tek bir objeye yönelmez, bu sistem aksine fenomenleri birbirine iliştiren bağıntıya ve bağlılıklarının biçimine yönelir. Bu tek tek şeylerin konumu bakımından değil, bunların “arasındaki ilişki” bakımından ele alınmaları anlamına gelir. Görünüşlerin bu varoluşları bakımından ilişkisinin belirlenmesi matematiksel değil, dinamiktir, der Kant ve bu belirlenmenin nesnel geçerli ve bilgi edinmeye elverişli olması için deney bilgisini en baştan olanaklı kılan a priori ilkelerle olması gerekir.
Görünüşler “şeyin kendisinin bir kavramı olarak varoluşun tüm belirlenimlerinin temelinde bulunan töz kavramı altına; veya ikinci olarak, görünüşlerin ardardalığı, yani bir olay söz konusu olunca bir nedenle ilgisinde sonuç kavramı altına; veya zamandaş olma genel olarak yani bir deney yargısıyla bilinecekse, birliktelik (karşılıklı etki) kavramı altına sokulmalıdırlar. İşte böylece a priori ilkeler deneysel olmakla birlikte nesnel geçerli olan yargıların -yani doğada nesneleri varoluşları bakımından bağlantı içine sokan deneyin olanağının- temelinde bulunur. Asıl doğa yasaları olan bu ilkelerdir, bunlara dinamik ilkeler denebilir”.(18)
Kant açıkça ortaya koymuştur ki, nedensellik kavramını doğuran -Hume’a karşı çıkışı buradadır- duyumların birbirini izlemesindeki ardışıklık, kurallılık değildir. Tersine ancak anlakta bir kategori olarak a priori bulunan nedensellikten hareketle bir obje kavramı oluşturulabilir. İki fenomen ancak neden ve etki bağıntısına sokulduğunda anlaşılabilirdir ve bu birinden diğerine geçiş hiç de keyfi değildir. Saf algı içinde kalınarak, bu algının tekrar tekrar aynı sonucu veren; dolayısıyla bir neden etki ilişkisi içinde olduğu -hem de zorunlu bir ilişki- fikrine varılamaz. Bu zorunluluk ilişkisini ve bu ilişkideki objeyi kavramayı sağlayan anlama yetisinin saf kavramlarından olan neden kavramıdır.
Şimdi nedensellik kavramının -anlama yetisinin her türlü deneyden önce gelen, deneyi olanaklı kılan bir ilkesi olarak- Kant’ın öğretisinde nerede olduğu ortaya konduğuna göre burada; Kant’ın, Hume’un şüphesini yok etmenin yeri olduğunu söylediği yerde, karşılaştırmaya başvurarak devam edilmelidir.
Hume’un, nedenselliğin önce görülemez- kavranılamaz yönüne vurgu yapıp, bu kavrama akıl aracılığıyla ulaşamayacağımız için onu, izlenimlerin ardarda gelmesinin çağrıştırdığı bir psikolojik kaynaklı kurala indirgediği ortaya konuldu. Kant Hume’un buradaki hareket noktasına katıldığını Prolegomena’da açıkça dile getirir, fakat Hume’un bu haklı çıkış noktasından doğru yöne gitmediğini de belirtir. Kant Hume’un kuşkuculuğa dayanan eleştirisini yok saymamış aksine bu eleştiriye hak verip, yalnız bu eleştiriye hapsolmadan sorunu genelleştirerek yeni bir bilme idealine doğru yol almıştır: “O (Hume) haklı olarak, nedenselliğin olanağını, başka bir deyişle bir şeyin varoluşunu, onu zorunlu olarak ortaya çıkarmış başka bir şeyin varoluşuyla ilgi içine sokma olanağını, akılla hiçbir şekilde kavrayamayacağımızı ileri sürüyordu”.(19) “Haklı olarak” diyor Kant, yalnız şunu ekliyor; bizler bunu göremediğimiz kadar, varolma kavramının içini de göremeyiz, yani “şeylerin varoluşunun temelinde, kendisi başka bir şeyin yüklemi olamayacak bir öznenin bulunması zorunluluğunu da kavrayamayız; hatta böyle bir şeyin (kullanılışının örneklerini deneyde görebilsek de) olanağı bile kavrayışımızın dışındadır. Aynı şekilde bu kavranamazlık, şeylerin birarada oluşu için de söz konusudur”.(20) “Biz saf algının içinde kalarak ardışıklık denen şeyi objeye katamayız ve objeyi kendi saf algılarımızın sübjektifliğinden ayıramayız. Bizim algıların düzenini bir başka düzen olarak gözlemlememizi zorunlu kılan bir temel kural var ki, zaten bu zorunluluğun kendisi, objede bir ardışıklık tasarımını her halde mümkün kılan şeydir”.(21) Kant’ın olanaklı deney hakkında başından beri belirttiği gibi, özne ancak nesnenin tasarımının bu belirli noktaların biri bakımından belirlenmiş olması -anlama yetisinin kavramlarının altına sokulduğu- şartıyla “düşünür”, yani tasarımlar arası sintetik bağlantılar kurar. Kant bütün görünüşlerin anlağın kavramları altına koyulmasının olanağını ve bunun ötesinde “zorunluluğunu” ortaya koymuştur.
Hume’un, zamanındaki “bilme idealini”nin sonunu getirdiği söylenebilir. Hume açıkça ortaya koymuştu ki; deney aracılığıyla iki fenomenin birbirine nasıl bağlandığı, birbirlerine nasıl “neden olduklarını” asla görülemez. Bu durum Kant açısından ele alınırsa yine o da, insanın kendisine verilen duyusal görüdeki çokluk dışında, başka herhangi bir bağlantıyı göremeyeceğini söyleyecektir, fakat Hume’dan farklı olarak o sözü edilen ilişkilerin “düşünülebileceğini” ortaya koymuştur: “Çünkü şeyler arasındaki bu bağlantılara ilişkin bu körlüğün yanında insana bir kör değneği, yani düşünme yetisi (‘anlama yetisi’: Verstand) verilmiştir.”(22)
Mesele Hume’un kuşkuculuk sınırları içinde sıkışıp başvurduğu gibi “psikolojik” olamaz, sözü edilen kavramların saf bir kuruntu sayılması mümkün değildir. Kant bu kavramları öyle bir ortaya koymuştur ki nedenselliğe yöneltilen -Hume’unki de dahil- tüm kuşkucu eleştiriler geçersiz kalmıştır. Kant Hume’un sorunlu kavramı olan neden kavramını crux metaphysicorum sınamam için “[b]ana ilkin, Mantık aracılığıyla, genel olarak koşullu yargının biçimi -yani verilmiş bir bilgiyi neden olarak, başka bir bilgiyi de sonuç olarak kullanma (olanağı)- a priori olarak verilmiştir. Ne var ki algıda, belirli bir görünüşün bir başkasını, (tersi olmasa da) sürekli izlediğini söyleyen bir ilişki kuralı bulunabilir; bu da benim koşullu yargıyı kullanacağım durumdur”.(23) Kant’ın bahsettiği bu evrede henüz kurulan bağlantı bir “zorunluluk içermez”, yargının -algı yargısının, yani sadece öznel bağlantılılığı olan yargının- deney yargısı olması için “zorunlu ve genel geçer” bir önerme olması gerekir. Bu da ancak neden kavramının deneyin biçimine ait bir kavram olarak ve algıların genel olarak bir bilinçte sintetik birleştirilmesi ile olanaklı olur. Kant’ın örneğiyle söylenirse; “bir cisme yeterince uzun bir süre güneş ışınları vurursa, ısınır” denen durum, koşullu yargının kullanıldığı ve algıda belirli bir görünüşün bir diğerini sürekli izlediğini söyleyen bir ilişki kuralının bulunduğu durumdur. Eğer bir adım ileri atılır ve anlama yetisi aracılığıyla, neden kavramının deneye eklenen koşuluyla yargıda bulunulursa -çünkü neden kavramı şeylere değil, deneye eklenen koşula işaret eder-, önerme şöyle olmalıdır; “güneş, ışığı aracılığıyla sıcaklığın nedenidir.” Buradan hareketle denebilir ki; ancak deney, görünüşlerin ve görünüşlerin zamandaki ardardalığının nesnel geçerli bilgisi olabilir. Anlama yetisinin saf kavramları ancak görünüşleri deney olarak “okuyabilmek”(24) için gereklidirler, Kant’ın deyimiyle görünüşlerin adeta harflerini sökmeye yararlar; onlar anlamlarını, duyulur dünyayla ilgi içine sokulduklarında ortaya çıkan ilkelerin deneyde kullanılmasından alırlar. Bu nedenle kendi başına şeylerle (noumena) ilgi içine sokulduklarında anlamlarını yitirirler. İnsan için bu anlamın dışında onlar sadece keyfî bağlantılılıklardır ve asla anlaşılabilir değillerdir. Kant bu kavramların -nedensellik de dahil- olanağının anlama yetisinin deneyle ilgi içine sokulmalarında bulunduğunu söyler ve varılan sonuç açıktır; onlar deneyden değil, deney onlardan çıkar. İşte Hume’un sorunu onun, Kant’a göre hiç aklına gelmemiş bir şekilde, ters yönde bağlantı kurma yoluyla çözülmüştür.

Makalenin Yazarı: Irmak Güngör (*) (1)

Notlar:
(1)Irmak Güngör, Kocaeli Üniversitesi, Felsefe Bölümü, Lisans Öğrencisi.
(2)Immanuel Kant, Polegomena: Gelecekte Bilim Olarak Ortaya Çıkabilecek Her Metafiziğe, çev. Abdullah Kaygı, (Ankara: Türkiye Felsefe Kurumu, 2002), s. 8.
(3)Felsefe Sözlüğü, Hazırlayanlar: Abdülbâki Güçlü; Erkan Uzun; Serkan Uzun; Ümit Hüsrev Yolsal, (Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları, 2003).
(4)Arda Denkel, “Hume, Nedensellik, Tikellik ve Tikelcilik”, Düşünceler ve Gerekçeler içinde, (İstanbul: Doruk Yayınları, 2003), s. 254.
(5)Nebil Reyhani, “Kant’ın Sentetik Birlik Fikri”, Cogito; Sonsuzluğun Sınırında: Immanuel Kant içinde, Sayı: 41-42, s. 100.
(6)David Hume, İnsan Doğası Üzerine Bir İnceleme, çev. Ergün Baylan, (Ankara: BilgeSu Yayıncılık, 2009), s. 64.
(7)A.g.e., s. 122.
(8)A.g.e., s. 123.
(9)Kant, Polegomena, s. 3.
(10)A.g.e., s. 5.
(11)A.g.e., s. 6.
(12)A.g.e., s. 8.
(13)Ernst Cassirer, Kant’ın Yaşamı ve Öğretisi, çev. Doğan Özlem, (İstanbul: Dizgi Ozan Yayıncılık, 2007), s. 222.
(14)Immanuel Kant, Polegomena, s. 46.
(15)Ernst Cassirer, Kant’ın Yaşamı ve Öğretisi, s. 223.
(16)A.g.e. , s. 223.
(17)A.g.e. , s. 223.
(18)Immanuel Kant, Polegomena, s. 58.
(19)A.g.e., s. 62.
(20)A.g.e., s. 62.
(21)Ernst Cassirer, Kant’ın Yaşamı ve Öğretisi, s. 248.
(22)Nebil Reyhani, “Kant’ın Sentetik Birlik Fikri”, s. 100.
(23)Immanuel Kant, Polegomena: Gelecekte Bilim Olarak Ortaya Çıkabilecek Her Metafiziğe, çev. Abdullah Kaygı, (Ankara: Türkiye Felsefe Kurumu, 2002), s. 68.
(24)Kant, Prolegomena, s. 64.

KOU FELSEFE KULÜBÜ FELSEFE ATÖLYESİ



Her gün farklı haberler ,gündemlerle dünkü sevinçlerimiz bügünümüzü mutsuz,bugunkü mutlu haberler belki yarınımızı mutsuz ediyor.Degişen bir kosmoz bellli belirsiz devlet politikaları,vurdum duymaz anlayişizlarımızla bugunümüzde sonlanmakta.

Bugünü anlattık peki yarın kim ne karar alcak ? kime sorcak ,bu bizi nasıl etkileyecek? nerde yaşiyoruz? neye tabiyiz? biz kimiz ? bu bizi yöneten güçün kaynagı nerden alıyor...? gelecegimizi kimler nasıl ne şekilde belirliyor? tarihsel koşullar altından platondan bugüne kadar neler degişti olumlu ve olumsuz yanlarıyla THOMAS HOBBES soruyor DEVLET NEDİR diye sorarak ve cevap bulmaya çalişiyoruz.

her hafta yeni konularla bugünü anlamaya yarını anlamlandırmaya yönelik FELSEFE KULÜBÜ olarak yanıt arayama ,yanıtları sizlerle şekillendirmeye gelecege dair kararlar vermeye el birliğiyle ses veriyoruz.

Bende bu soruları kendime soruyorum,ben de bu kosmozdaki kaosu anlamaya çalişiyorum diyorsanız buyrun beraber konusalım ,tartışalım.

Ne mi istiyoruz sizden makeleyi birazcıkta olsa oku ,cekinmeden ötelemeden konus,dinle dinleyelim.....

FELSEFEDEKİ DÖNÜŞÜME HAYIR !



Felsefe eğitimi,bütün temel insan haklarının yaşama geçirilmesinin gerekli
koşuludur.Çagdaş bir eğitim vermek ve özğür düşünen bireyler yetiştirmek istiyor isek felsefeyi özel bir ilği alanı olmaktan çıkarmak,eğitimin genelinin bir parçası haline getirmek zorundayız.Felsefe yapabilme olanaklarını genişletmek ve özgür düşünce haline getirmek zorundayız.
Felsefe yapabilme olanklarını genişletmek ve özgür düşünce alişkanlığını ...edinemenin alt yapısını oluşturmak için felsefe eğitimini,ilköğretimden başlayarak ,ortaöğretimin sonuna kadar sürdürülmelidir.İlköğretimde Düşünme Egitimi Dersi bu amaçla konulmuş olmasına karşin,işlevini yerine getirememektedir;çünkü seçmeli derstir ve felsefe öğretmenlerinin bu derse girmesi mevzuat gereği mümkün olmamaktadır.
İlköğretimde okutulan Düşünme Egitimi dersinin zorunlu hale getirilmesini ,dersin yanlızca Felsefe öğretmenleri tarafından verilmesini ve bunu sağlamak amacıyla Felsefe Öğretmeleri tarafından verilmesini ve bunu sağlamak amacıyla felsefe öğretmenlerinin istihdam edilemesi için gerekli düzenlemelerin yapılmasını talep ediyoruz..

DÜŞÜNME EĞİTİMİ DERSİ ZORUNLU OLMALI VE FELSEFE ÖĞRETMENLERİNCE VERİLMELİDİR!


FELSEFEciler DERNEĞİ tarafından başlatılan imza kampanyasına KOU FELSEFE KULÜBÜ olarak tüm felsefe kulüplerini ,topluluklarını ve bu konuya duyarlı tüm arkadaşalarımızi imza atmaya çağrıda bulunuyoruz.Kocaelide bulunan arkadaşlarımız KOU FELSEFE KULÜBÜNDE imzalarını atabilirler.
Diger üniversitelerimiz talepleri dogrultusunda imza metnini yollayarak kampanyaya destek vermeye cagrıyoruz.

İLETİŞİM: FERAY 05443135449-
tugce 05065517678

FELSEFEDE TEK SES TEK YÜREK

imza metni ve içeriği : http://www.felsefecilerdernegi.org.tr/arsiv/manset/113-dusunme-egitimi-paneli.html

posta adresi:
Adres : Mithatpaşa Cad. No: 34F / 13 Kızılay / ANKARA

toplanan ımzaları bu adrese yollanması rıca olunur..




http://www.toplumsalbilinc.org/forum/index.php?topic=14629.0

KARL MARX’IN TARİH ANLAYIŞI

T.C



KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ FEN EDEBİYAT FAKÜLTESİ


FELSEFE BÖLÜMÜ

HÜSEYİN TEMUR



GİRİŞ

“Tarih… Yalnızca olayları değil (olayla içi değil, dışı kastediyorum) eylemleri inceler ve bir eylem olayının içinin ve dışının birliğidir. Onun Rubikon nehrinin geçirilmesiyle ilgisi yalnızca olayın cumhuriyet yasasıyla ve Sezar’ın kanının akıtılmasıyla ilgisi ise yalnızca anayasal bir çatışma bağıntısı bağlamındadır. Tarih için yalnızca keşfedilmesi gereken yalnızca olay değil, onun ifade ettiği düşüncedir… Bütün tarih düşünce tarihidir .”


‘Tarihin’ yanlış anlaşılmasını onun ne olduğunu neyi kapsayıp neyi kapsamadığını ve Marks’ın tarih anlayışını kolaylaştırmak adına ön bilgi edinmek adına tarih kavramını açıklayarak sonrasında Marks’ın tarih anlayışını erken dönem eserleriyle sınırlandırarak açıklayacağım.
Tarih denildiğinde ağızdan bu sözün çıkmasıyla hemen bir yorum yapma gereksinimi duyulur. Tıpkı inanç denildiğinde olduğu gibi fakat kavramın belirginleşmesiyle giderek bu sesler kendisini köşe yazılarında, ağızlarda bulan tarihin kendisini felsefe de boyut almaya başlar.
Tarihe her ne kadar bireysel bakılsa da öyle olmadığını biliriz ama her bireyin kendi tarihi olduğunu biliriz. Tarihin kendisi insanın tarihidir, insan var olduğu için tarih vardır. Tarihte her şey insana göredir. Bireyde tarihin şekil alma süreci dil ile başlar toplum içerisinde giderek şekil alır. Bu demek oluyor ki bireyin yaptığı her şeyden şekil alır. Bireyin tarihinin var oluşu demek insanın var oluşu anlamına gelir. İnsanın olduğu her yer yerde bireysel tarih de vardır. Bilincin kendisi tarihsel olusundan bilinçsiz varlıkların tarihi yoktur. Ancak onlar bizim tarihimiz içerisinde yer alır
Tarih kavramında ki zaman ve mekân ilişkisi bireyde bilirli bir andan itibaren oluştuğunun göstergesidir. Beden bir şey olarak vardır. Nesnenin bendeki ifadesi ifade olarak varlığı algıdır. Bilinç ise algıladığım şeyin bende ki farkındalığı ve zıtlığının da olanağının olmasıdır.




‘Tarih geçmişin bilgisidir, tarihsellik ise geçmişin şimdileşmesidir. Tarihsellik aşkınsallık ise bilincin gerçek olmayana yönelmesidir.

Tarihsel materyalizmi tarihsel determinizme dönüştürürsek en büyük yanlışı yaparız. Var olmayan bir şeyi gerçeklik saymıs, geleceğe bakarak sunanı tarih saymak da zorunluluğu içerir.
Tarihe baktığımızda sadece karizmatik liderlerden bahsediyorsak yanlıyoruzdur. Tarihin bütünselliğinden uzaklaşmış oluruz. Bizler bugünün tarihinin sonucu olduğunu fakat son olmadığının biliriz. Birşeyin kendisinin üzerine çıkmanın yolu onun kendisini içermek gerekir. Yarının kendisi dünü içerir ve düne kurularak onun üstünde yükselir. Kendimiz dün üzerine düşüne biliriz fakat dünü kavrayamayız. Dün sadece bizim eylemimiz olmayışından kaynaklı çünkü sadece bizim eylemimizi değil tüm insanlığın eylemini içerir. Ussallığı değil, koşulların kendisini içerir. Zorunlulukta buradan doğar.
Peki Marks’ın tarih anlayışına bakacak olursak; insan tarihinin ilk öncülünde insan, bireylerin varlığıdır. İnsanların, fiziksel örgütlenişleri ve bu örgütlenmenin sonucu olarak ortaya çıkan, doğanın geriye kalan bölümü ile olan ilişkilerdir. Marks’ın el yazmalarında ise ilk tarihsel eylem insanları hayvandan ayıran ilk eylem insanların düşünmeleri değil geçim araçları ile üretmeye başlamalarıdır. Tarih yazımında insanın tarih boyunca insani eylemlerinin gerçekleştirdiği değişikliklerle hareket etmek zorundadır. İnsanın kendi dışında olan şeyle ayrılması dinle bilinçle veya başka bir şeyle mümkün olabilir.
İnsanlar kendileri için araçlarını üretmeye başlar başlamaz diğerlerinden ayrılır. İnsan kendi üretim aracını üreten kendi maddi yaşamını da üretir. Üretim araçları doğadaki hazır bulunanı yeniden üretmesi gereken geçim araçlarının doğasına sahiptir. Bireyin ne olduğu maddi üretimlerinin maddi koşullarına bağlıdır. Nüfusun çoğalmasının , insan ilişkisini belirleyen şey üretimdir.
Farklı ulusların birbiriyle ilişkilerini içyapısını; üretici güçleri iş bölümü iç ilişkilere bağlıdır. İş bölümünün gelişmesi farklı mülkiyet biçimlerini çalışmanın alet ve ürünlerini bireylerin kendi aralarındaki ilişki belirler. Mülkiyetin ilk biçimi olan aşiret mülkiyeti, halkın balıkçılıkla ve tarımla beslendiği üretimin gelişmesinin ilk evresine tekabül eder. Toplumun yapısı ailenin gelişmesine bağlıdır.



Diğer biçimi ise kominal devlet mülkiyetidir. İnsanların bir kent halinde birleşmesiyle meydana gelen köleliğin varlığını sürdürdüğü mülkiyettir. Köleler üzerinde iktidar kominal mülkiyet şeklindedir. Diğer bir mülkiyet ise feodal ya da zümre mülkiyetidir toprak mülkiyetinin feodal yapısı kentlerde lonca mülkiyeti, el zanaatlarının feodal örgütlenmesine tekabül eder.
Mülkiyet feodal çağ boyunca serflerin emeğinin boyunduruğu altına sokulduğu toprak mülkiyetine diğer taraftan ise küçük sermaye grubunun kalfaların emeğini yöneten kişisel emeğe dayanıyordu. Her iki biçimde de üretim koşulları ile belirleniyordu.
Belirli bir tarza göre üretici faaliyette bulunan belirli bireyler, belirli toplumsal ve siyasal ilişkilerin içine girerler. Her ayrı durumda ampirik gözlemin toplumsal ve siyasal yapıyla üretim arasındaki bağ, ampirik olanla herhangi bir kurgu ve aldatmaca olmaksızın ortaya konması gerekir.

‘Toplumsal yapı ve devlet belirli bireylerin yaşam süreçlerinin sonucu olarak meydana gelir fakat bu birey etkide bulunan maddi üretim yapan dolayısıyla belirli maddi ve kendi iradelerinden bağımsız sınırlılıkla verili temeller ve koşullar altında faaliyet gösteren bireylerdir’ .

Fikirler, anlayışların ve bilincin üretimi maddi faaliyetler ve karşılıklı maddi ilişkilerine, gerçek yaşamın diline bağlıdır. Yani maddi davranışların dolayışız ürünüdür. Halkın siyasal dilinde yazılarında, ahlakın, dinin metafiziğin, vb dilinde ifadesini bulan zihinsel üretimde de aynı şey geçerlidir.
Bunu üreten insanının kendisidir. El yazmalarında maddi yaşamların üretim tarzı ile karşılıklı maddi ilişkileri ile toplumsal ve siyasal yapı içinde, onun daha sonraki gelişmesi ile koşullandıran insandır. Bilinç dediğimiz şey bilinçli varlıktan bir şey olamaz. Ve insanın varlığı onun gerçek yaşam sürecidir. İnsanı anlamak insanın sağladığı imgelediği ve kavradığı şeyden yola çıkılır.



İnsan beyninin olağanüstü halleri deneysel olarak saptanabilen maddi temellere dayanan insanların yaşam süreçlerini zorunlu yüceltmeleridir. Bu bakımdan ahlak din metafizik ve ideoloji tüm geriye kalan ve bunlara tekabül eden bilinç biçimleri artık özerk görünümünü yitirir. Bunların tarihi, gelişimi yoktur. Tam tersi maddi üretimlerini ve karşılıklı maddi ilişkileri geliştiren insanlar kendilerine özgü olan bu öznel gerçek ile düşüncelerinin ürününü değiştirler. Pratik eylemde bulunan o bireyin bilincidir
‘Yaşamı belirleyen bilinç değil tersine bilinci belirleyen yaşamdır’ (el yazmaları) birinci durumda canlı bir şeymiş gibi durur fakat ikinci durumda ise gerçek yaşayan bireyin kendisinden yol çıkılarak ve o bilince o bireyin bilinci olarak bakılır.
Bu tarzın kendisi öncüllerden yoksun değildir bu tarz gerçek öncüllerden yoksa çıkılarak onun belirli koşullar altında gerçek ampirik olarak gözlenebilir. Gelişim içindeki insandandır. Böyle bir yaşam biçimi ortaya kendini tarih, kendilerini soyut olan ampiristlerin cansız olguların derlemesi olmakta yada idealistlerin hayali öznelerin eylemi olmaktan çıkar
Kurguculuğun bittiği yerde pozitif bilim pratik faaliyetlerin gösterdiği pratik gelişme süreçlerinin ortaya koyuluşuyla başlar bu nedenle gerçek bilgi kendisini gösterir özerk felsefenin varlığı söner. İnsanların tarihsel gelişiminin gözlemlenmesinden çıkartılabilecek en genel sonuçların bir sentezi alınabilir. Bu soyutlama tarihten koparıldığında değer taşımaz o ancak tarihsel malzemenin daha kolay sınıflandırılmasının, ayrı ayrı tabakaların sıralanışını göstermeye yarar
Marks felsefi kurtuluş gerçek kurtuluşun insanın kurtuluşunun zihinsel değil, tarihsel bir iş olduğunu ve bu tarihsel koşullar sanayinin ticaretin tarımın karşılıklı ilişkilerle gerçekleştirildiğini söyler. Töz, özne, öz bilinç katıksız eleştiri tıpkı dinsel ve tanrı bilimsel saçmalıklar yeterince gelişmeyince bir tarafa bırakılır. Kimi zaman bu fikirler tarihsel gelişimin yerini alır ve savaşılması gerekir.
Duyumsal dünyanın hiçbir şekilde değişmeden kalan bir şey olmayıp sanayi ve toplumun durumunun ürünü, hem de tarihsel anlamda ürünü olduğunu bir önceki kuşağın omuzları üzerinde yükselen, onun sanayisini ve karşılıklı ilişkisini yetkinleştiren ve gereksinimlerdeki değişikliklere uygun toplumsal düzeni değiştiren bir dizi kuşağın faaliyetleri sonucudur.
Feuerbach’ı, Marks eleştirerek insanı duyumsal nesne olarak almasını bu nedenle gerek insan hiçbir zaman varamadığı ve bu insan soyutlamasını aşamıyor. Bu insan duyulara sahip gerçek bireysel etten kemikten insanın ötesine götüremiyor. Yani insan ile insan arasında aşk ve dürüstlük dışında ilişki tanımıyor. Bu sebepten idealize ediyor. Feuerbach, tarih ve materyalizm ayrı şeylerdir diyor.
“Tarihin ilk öncülü tarih yapabilmek için insanların yaşamlarını sürdürebilecek durumda olmaları gerektiğini öncülünden hareket etmek gerek. Yaşamın kendisi içmek, yemek, barınmak vb. temel ihtiyaçları gerektirir. İlk tarihsel eylem ise, bu gereksinimleri karşılayacak araçların üretimi, maddi yaşamın üretimidir. Tarihsel temel koşuldur. İlk gereksinim sağlandığında, bu sağlama sonunda kazanılmış alet yani yeni gereksinimler yaratır, bu tarihsel bir eylemdir. Diğer öncül ise, ailedir. Kendi yaşamlarını yenileyen insanlar, başka insanları yaratmaya, kendi kendilerini üretmeye koyulurlar. Bunlar toplumsal faaliyetin üç yönüdür.”
Yaşamı üretmek kendi öz yaşamını olduğu kadar, döl vererek bir başkasının yaşamını üretmektir. Bir üretim tarzı ya da sanayi aşaması sürekli bir el birliği tarzına veya belirli bir toplumsal aşamaya bağlıdır. Bu durumun kendisi üretici güçtür. İnsanlığın sanayi ve değişim tarihiyle kesintisiz bağlantısı içinde incelenmesi ve ele alınması gerekir.
El Yazmaları’nda benim bilincim beni çevreleyen şeyle ilişkindir diye geçerken, bu durum Alman İdeolojisi’nde ise dilin öteki insanlar için de var olan ve o halde benim için de ancak diğer insanlarla karşılıklı ilişki kurma gereksinimiyle, zorunlulukla ortaya çıkar. Hayvanın hiçbir şeyle karşılıklı ilişki içinde olmayışı, onu bu durumdan çıkartır. Bilinç her şeyden önce toplumsaldır.
“Aynı zamanda insanların karşısına çıkan önceleri baştan aşağı yabancı mutlak güç ve kanı olarak düpedüz hayvanca bir davranış içinde bulundukları ve insanları hayvanları da ürküttüğü kadar, ürküten doğa bilincidir. ”
Kabilesel sürü bilinci üretkenliğin artmasıyla gereksinimlerin çoğalmasıyla orantılı olarak gelişir ve etkinleşir. Bu durum işbölümünü geliştirerek doğal durumlar gereksinmeler rastlantılarla, doğal iş bölümü halini alır. Toplumun ayrı ayrı ailelere ayrılışında iş bölümü aynı zamanda işin ve ürünlerin üleştirmesini, nicelik bakımından eşit nitelik bakımından eşit olmayan dağılımı içerir. İlk biçimi olan kadını ve çocuğu, ailenin kölesi yapar. İlk mülkiyet, köleliktir.
İş bölümü, tek bireyin ya da tek ailenin çıkarıyla aralarında birbirleriyle karşılıklı ilişki içinde bulunan kolektif çıkarı da, çelişkiyi de içerir. Bu çelişki, özel çıkarıyla kolektif çıkar arasındaki çelişkidir ki kolektif çıkarı devlet sıfatıyla bireyin ve toplumun gerçek çıkarından ayrılmış, bağımsız bir biçim olmaya ve her kabile kan, dil, geniş bir ölçüde iş bölümü bağları ve öteki çıkarlar gibi bağların somut temeli üzerinde, aldatıcı bir ortaklaşma görünümü verir.


Bu durum bazı farklılaşan sınıf çıkarları görünümü tüm devlet içindeki savaşların aldatıcı olduğuna götürür. Bireyler yalnızca özel çıkarlara baktıkları için kendi kolektif çıkarlarıyla örtüşmez ve onlara “yabancı” bir şey olarak bakar.
Komünist toplum, genel üretimi düzenler bugünün işini yarının başka bir işi yapmak, canının istediğinde hiçbir zaman balıkçı ya da eleştirmen olmak durumunda kalmadan öğleden sonra balık tutmak, sabah avlanmak, sonunda eleştiri yapma olanağı tanır. Toplumsal faaliyetin bu şekilde sabitleşmesi kendi ürünümüzün bize hükmeden bizim denetimimizden kaçan, beklentimize karşı koyan, maddi güç halinde zamanımıza kadarki tarihsel gelişmenin belli başlı uğraklarından biridir. İnsan toplumsal gücü kendi dışında başı sonu bulunmayan hükmedemeyeceği bir şey olarak görür.
Bu duruma son verecek olan şey, Komünizmdir. Hareketin koşulları, şu anda var olan öncüllerden doğar. Proletarya dünya çapında, tarihsel olarak mevcut olabilir. O zaman Komünizm de tarihsel olarak var olabilir. Tarih, her biri kendinden önce gelen, kuşaklar tarafından kendisine aktarılmış olan malzemeleri, sermayeleri, üretici güçleri kullanan farklı kuşakların, arkasından gelişmesinden başka bir şey değildir. Her kuşak, bir sonraki kuşağın geleneksel faaliyetini değiştirir. Diğer kuşak, bunu sürdürür, çarpıtabilir bu da önceki tarih, sonraki tarihin amacı haline getirir.
Birbirlerine etki eden ayrı alanlar genişledikçe, gelişmiş üretim tarzıyla karşılıklı ilişkiyle ve bunların doğal sonucu olarak uluslararasında iş bölümüyle, çeşitli ulusların başlangıçta kapalılıkları yıkılır ve tarihte gittikçe Dünya tarihine dönüşür. Bu dönüşüm, öz bilincin, dünya tininin ya da herhangi başka bir metafizik hayaletinin basit ve soyut işi değil, amprik olarak kanıtlanabilir. Tamamıyla maddi bir olgu, her bir bireyin yiyerek, içerek, giyinerek tadını sağladığı bir olgudur.
Tek tek bir eylemin faaliyetlerinin dünya ölçüsünde bir faaliyet halinde genişlemesiyle, bireylerin kendilerine dünya ölçüsünde yabancı bir faaliyet halinde genişlemesiyle, kendini dünya pazarı olarak açığa vuran gücün kölesi haline gelmesi amprik bir olgudur. Her bir bireyin kurtuluşu tam olarak tarihin tümüyle, dünya tarihi haline dönüşmesiyle gerçekleşecektir. Bireyler dünya çapındaki tarihsel elbirliğinin ilk doğal biçimi, komünist devrimle insanların birbirleri üzerinde karşılıklı etkilerinden doğan, karşılarında yabancı güçmüş gibi kabul edilerek ve hükmeden bu güçler uzamında denetim sağlamak bilmek bilinçli egemenlik haline dönüşecektir.


Sonuç olarak; üretici güçlerin gelişmesi, mevcut ilişkiler içerisinde zararlı olan üretici olmaktan sıyrılıp yıkıcı olmaya (makine ve para) üretici güçler ve karşılıklı ilişkili araçlar doğar, toplumda dışlanmış zorunlu olarak bütün sınıflara karşı muhalefet durumda olan bir sınıf doğar. Çoğunluğun oluşturduğu köklü devrim zorunluluğu bilincinde komünist bilinçli bir sınıftır.
El Yazmaları’nda üretici güçlerin gelişmesi belirli bir sınıfın egemenliğine hizmet götürdüğü olarak geçerken Alman İdeolojisi’nde belirli üretici güçler bazı koşullar içinde toplumun belirli sınıfların egemen koşullarıdır ifadesi yer alarak, her çağa özgü bir devlet tipinde idealist bir biçimde, pratik ifadesinde kendini bulur.
Her devrimci savaşın, kendini o zamana kadar hükmetmiş sınıfa karşı yücelir. Komünist devrimler toplum içinde artık sınıf diye tanınmayan bütün sınıfları tüm milliyetleri yok oluşunun ifadesi olan sınıf tarafından gerçekleşir.
Devrimin zorunluluğu, artık pratikte bir hareket olarak gözlemlenir. Materyalist tarih anlayışı, yaşamın dolaysız maddi üretimden başlangıcıyla onun açıklamasına, üretim tarzına bağlı ve onun tarafından yaratılmış karşılıklı ilişki biçimlerine bütün tarihin temeli olarak kavranmaya dayanır. Tarihin temeline ayak basarak fikirleri oluşturur, maddi pratiğe göre açıklar. İdealist olanı, pratik olana devindirir.
Tarihin, dinin felsefenin ve bütün öteki teorilerin devindirici gücü, eleştirel değil devrimseldir. Üretici güçler tarihsel olarak yaratılmış ve her kuşağa kendinden önce gelen kuşak tarafından aktarılmış. Bireylerin doğa ve kendi aralarındaki ilişki, yeni kuşak tarafından gerçekleştirilen, öte yandan da yeni kuşağa kendi yaşam koşullarını emreden bir yandan nitelikli üretici güçler durur. Ortam ve koşullar insanların yarattığı kadar, insanlar da ortam ve koşullar yaratırlar. Geçmişte, töz, insan özü olarak tasarlanan şeyler, kuşağın verileridir.




1-Alman İdeolojisi,Karl Marx Friedrich Engels,Sol yayınları,Ankara,2008
2-1844 El yazmaları ,Karl Marx,Sol yayınları.Ankara,2005
3-Marx’ın Felsefesi,Etienne Balibar,Birikim yayınları,İstanbul,1996
4-Tarih Bilinci,Felsefe Logos,Bulut yayınları,2000/1

Anadolu'nun İsyanı

Anadolu'nun İsyanı from Anadoluyu Vermeyecegiz on Vimeo.


Duymadım, görmedim, bilmiyorum diyenler için Anadolu’daki dere ve doğa katliamı belgelendi…
Enerji ve kalkınma politikalarının doğa ve akarsular üzerindeki olumsuz etkisini ve halkın bu yatırımlara karşı tepkisini gözler önüne seren ‘Anadolu’nun İsyanı’ adlı film rekora gidiyor.

Herhangi bir kar amacı güdülmeden konuya duyarlı insanların gönülden destekleriyle tamamlanan film, HES’lere karşı Anadolu’da verilen mücadeleyi bizzat onların ağzından anlatıyor.

Hidroelektrik santrallerin (HES) doğa ve kırsalda yaşayan insanlar üzerindeki olumsuz etkilerini ve HES yatırımlarına karşı verilen mücadeleleri anlatan ‘Anadolu’nun İsyanı’ adlı kısa film gönüllü desteklerle ve kolektif bir çalışma sonucu ortaya çıkarıldı.

Anadolu’nun dört bir yanında devam eden HES çalışmalarının yıkıcı etkisine dikkat çeken film Akdeniz’den Karadeniz’e, Doğu Anadolu’dan Ege’ye kadar 20 bin kilometre yol kat edilerek çekildi.

İnternet üzerinden indirilebilen, çoğaltılmasına ve dağıtılmasına, festival ve toplu gösterimler için özel izin alınmasına, kullanılmasına herhangi bir kısıtlama konulmayan film, Anadolu derelerinin özgür akması için mücadele edenlere adandı.

Bir haftada içerisinde 200 bine yakın izleyiciye ulaşan filme dileyen herkes sosyal paylaşım sitelerinden,

anadolunehirleri.org/​tr.html,
anadoluyuvermeyecegiz.net
vimeo.com/​vermeyoz/​film izleyebilir

yada

anadolunehirleri.org/​filmHD.zip,
anadolunehirleri.org/​film.zip,
adresler fazla yüklenmeden dolayı çalışmıyorsa geçici olarak:
rapidshare.com/​files/​451489265/​film.mp4
adresinden film indirebilir.

Filmin en kısa sürede 7 dilde çevirisi bekleniyor ayrıca, önümüzdeki aylarda filmin uzun metrajlı halinin de yayınlanması söz konusu.

Filmle ilgili yapılan açıklamada, şunlar söylendi:
“Bizlerin doymak bilmeyen tüketim alışkanları ve ihtiyaçlarının doğa üzerindeki yıkıcı etkisi her geçen gün biraz daha artıyor. Hiç haberimiz olmasa da, umursamazsak da, gitmesek de, görmesek de bizim bu yaşam biçimimizin bedelini birtakım canlılar, insanlar ödüyor. Bu film; bir yandan Anadolu nehirleri ve doğası için verilen mücadeleleri anlatırken, bir yandan da şehirlerde hiçbir sorun yokmuş gibi yaşamaya devam eden insanlara ayna tutmak ve bu soruna ortak etmek için hazırlandı. Unutmamız gerekiyor ki, bu ateş sadece düştüğü yeri değil tüm canlı yaşamını yakacak. Bu gerçeğin fakına varanlar Nisan ayında tüm Anadolu’dan Ankara’ya doğru yürümeye başlayacak. Bu yürüyüşe katılmak ve destek vermek hepimizin yaşama karşı ortak sorumluluğudur.

Filmin indirilmesi, çoğaltılması ve dağıtılmasında hiç bir sakınca yoktur.

Anadolu'nun tüm canlılarına armağan olsun..''